“Müdafaa-i Hukuk” mu? “Hukukun Üstünlüğü” mü?...

Birinci dünya savaşında hak ettiği için yenilmişti Almanya… O’nun yanında(!) savaşa giren Osmanlı ise, bu savaşın en önemli cephesi olan Çanakkale’de bir destan yazdı… Destanın bir numaralı kahramanı büyük komutan, dahi Mustafa Kemal Paşa, emperyalizmim birleşik güçlerini çok ağır bir yenilgiye uğrattı…

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

Türkiye, Resmî Adıyla Türkiye Cumhuriyeti

 

Kuzey yarımkürede eski dünya karaları denilen, Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında bulunan bir ülkedir. Ülke topraklarının bir bölümü Anadolu Yarımadasında, bir bölümü ise Balkan Yarımadası'nın uzantısı olan Trakya'da bulunur.

Ülkenin üç yanı Akdeniz, Karadeniz ve bu iki denizi birbirine bağlayan Boğazlar ile Marmara Denizi ve Ege Denizi ile çevrilidir. Komşuları Yunanistan, Bulgaristan, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan (Nahçıvan Özerk Bölgesi) ile, İran, Irak ve Suriye'dir.
Türkiye, Osmanlı Devleti'nin I. Dünya Savaşı sonunda yenilmesinden sonra, Osmanlı'nın devamı olarak devletin Türk nüfus çoğunluğuna sahip toprakları üzerinde Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türk Milleti'nin büyük mücadelesi ile kurulmuştur.

1923 yılında cumhuriyeti kuran Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusudur. Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir.
Birleşmiş Milletler, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı Örgütü, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, Dünya Ticaret Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü, Ekonomik İşbirliği Örgütü Türkiye'nin üye olduğu uluslararası örgütlerdendir[21].

03 Ekim 2005 tarihinden itibaren Avrupa Birliği'ne tam üyelik için müzakerelere başlanmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk ve silah arkadaşları tarafından, İstiklal Savaşı'nın kazanılması ile, 1. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış ve savaşı kazanan devletlerce paylaşılmış Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu ve Trakya'da kalan toprakları üzerine kurulmuştur. İstiklal Harbi, Misak-ı Milli sınırları[25] içinde ülke bütünlüğünü korumak, milli egemenliğe dayalı, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak için tüm milletçe girişilen, çok cepheli bir savaştır.


Kurtuluş Savaşı'nda düşmana karşı koyan, ülkenin direniş örgütlenmeleri ve güçleri olan milli güçler, Osmanlı ordusu ile Kurtuluş Savaşı milis ve gönüllülerinden oluşan Kuvayı Milliye'dir.
Kuvayı Milliye, ülkenin dört bir yanının Yunan, İngiliz, Fransız, İtalyan birliklerince ele geçirildiği, Mondros Mütarekesi ile ülkeye ağır koşulların dayatıldığı, Osmanlı ordusunun silahlarının alınıp dağıtıldığı, her şeyin bitti sanıldığı günlerde, milletin tepkisi olarak doğan bir halk direnişidir.

12 Haziran 1919'da Havza'dan Amasya'ya gelen Mustafa Kemal Paşa buradan yayımladığı bildiri ile ülkenin içine düştüğü durumu açıklıkla saptıyor, çözümün bütün güçlerin birleşmesinden geçtiğini vurguluyordu. Mustafa Kemal Amasya'da Anadolu ve Rumeli'de kurulan Müdafaa-i Hukuk Dernekleri'ni birleştirme, kongreler yaparak tüm milletin kesin kararına dayalı yeni bir yönetim kurma amacıyla Amasya Tamimi'ni hazırlamıştır.[26]
Bu tamim milli egemenliğe dayalı yeni Türk devletinin kurulması yolunda atılan ilk adımdır. Milletin teşkilatlandırma ve mücadele yöntemleri belirginleşmiştir. Milli Egemenlik ve milli bağımsızlık fikri ilk kez ortaya atılmıştır.

8 Temmuz'da İstanbul'a görevinden ve askerlikten ayrıldığını bildirerek, Osmanlı Hükümeti ile tüm ilişkilerini sona erdiren Mustafa Kemal ertesi gün Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesi'nin başkanlığına seçildi. 23 Temmuz 1919'da Mustafa Kemal'in başkanlığında toplanan Erzurum Kongresi'nde[27] alınan karar ile;
Millî sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez

 

SİVAS KONGRESİ
Millî direnişi oluşturmada ikinci büyük adım olan ve 4-11 Eylül 1919 tarihinde yapılan Sivas Kongresi'nde[28] Mustafa Kemal Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin başkanı olarak seçilerek Milli Kurtuluş Savaşı'nın yetkili lideri haline gelmiştir.

27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelen Mustafa Kemal Ankara'yı Anadolu'daki direniş hareketinin merkezi olarak seçmiştir.
İstanbul'un işgalinden üç gün sonra, Atatürk ünlü 19 Mart 1920 tarihli bildiriyi yayımlayarak, olağanüstü yetkiler taşıyan bir meclisin Ankara'da toplanacağını bildirerek Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş temellerinin Ankara'da atılmasını sağladı.
Atatürk 21 Nisan'da yayımladığı ikinci bir bildiri ile, Meclis'in 23 Nisan günü toplanacağını ve açılış töreninin nasıl yapılacağını duyurdu.[29]

TBMM, 24 Nisan 1920 günü yaptığı ikinci toplantısında Mustafa Kemal'i (Atatürk), başkanlığa seçti. Mustafa Kemal, kendi öncülüğünde kurulan TBMM'nin başkanlığını Cumhurbaşkanı seçildiği gün olan 29 Ekim 1923 tarihine kadar sürdürdü.

9 Eylül 1923'te Mustafa Kemal Atatürk tarafından kurulmuş olan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk siyasi partisidir.[30][31] Merkez kanatta yer alır.

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİ'NİN İLK SİYASİ PARTİSİ
Başlangıçta adı "Halk Fırkası" olan parti 1924 yılındaki kurultayda adını Cumhuriyet Halk Fırkası olarak değiştirdi. 1927 yılında Atatürk tarafından belirlenen, "Cumhuriyetçilik", "Halkçılık", "Milliyetçilik", ve "Laiklik" ilkelerini tüzüğüne ekledi. 1935 yılındaki kurultayda daha önceki dört ilkeye Atatürk'ün kararıyla "Devletçilik" ve '"Devrimcilik" ilkeleri de eklenerek ilkeler altıya çıkarıldı ve partinin adı "Cumhuriyet Halk Partisi" oldu.
Türkiye'deki tek parti yönetiminin, bugünkü anlayış ve tanım çerçevesinde bir demokrasi olmadığı çok açıktır.

Doğu ve Orta Avrupa sağ ve sol diktatörlerin baskısı altında idi. Almanya'da Hitler İtalya'da Mussolini, İspanya'da Franko'nun faşist yönetimleri vardı. Fransa, Belçika ve İsviçre'de kadınlar en temel insan haklarından biri olan siyasal haklardan yoksun bulunuyorlardı. Yani nüfusun yarısını oluşturan kadınların seçme ve seçilme özgürlükleri yoktu.

II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından, gerek uluslararası siyasetteki gelişmeler, gerekse ülke içindeki yeni oluşumlar rejimin genel niteliğinde önemli değişiklikleri gündeme getirdi. Basında ve mecliste çok partili siyasal sistemi savunan bir anlayış oluştu. Buna CHP genel başkanı ve cumhurbaşkanı İsmet İnönü de yaptığı konuşmalarla destek verdi.

 

“MÜDAFAA-İ HUKUK” MU “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ” MÜ?

Av. Cemil Can

Birinci dünya savaşında hak ettiği için yenilmişti Almanya…

O’nun yanında(!) savaşa giren Osmanlı ise, bu savaşın en önemli cephesi olan Çanakkale’de bir destan yazdı…

Destanın bir numaralı kahramanı büyük komutan, dahi Mustafa Kemal Paşa, emperyalizmim birleşik güçlerini çok ağır bir yenilgiye uğrattı…

 

Türklerde ‘Ulus Olma Bilinci’nin yeşermesinde, önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilen Çanakkale Zaferi, Türk Ulusu için olağandışı bir lider de yarattı.

Ne var ki, cephede kazanılan savaş, müttefik Almanya’nın teslim olması ile masada kaybedildi…

Başında İngiltere olan emperyalist ittifak, ateşkes üzerine elini kolunu sallayarak İstanbul’a girdiğinde Takvimler 13 Kasım 1918’i gösteriyordu(1)...

Sanki gün 29 Mayıs 1453’ten bir gün öncesiydi(2)...İtilaf Devletlerinin gemileri Boğaz’da demirledi... Ancak Türkler bu işgali hiçbir zaman kabul etmeyeceklerdi.

İstanbul Hükümeti sonunda Sevr Anlaşmasını imzalayarak yenilgiyi tescil etti…

O günlerde İşgal kuvvetlerinin genç subayları Çanakkale yenilgisinin intikamını işgalden sonra Pera Palas’ta rakı içip, Boğaz’daki yalılarda Rum kızları ile keyif çatarak alıyordu…

Osmanlı’nın elde kalan son topraklarını da pasta gibi bölüp, pay ettiler aralarında; orduyu dağıtmayı dayattılar saraya ve başardılar…

Başta padişah olmak üzere Daman Ferit Hükümeti “bunların tümüne müstahaktır bu millet”  diyerek halkı aşağıladı... İngiliz Sevenler Cemiyeti’ni kurup üye sayısını artırmaya baktılar…

Sorsalar Padişah tüm İslam dünyasının ‘halifesi’ydi, ama o günlerde ‘dini önder’ olma sıfatı hiç bir işe yaramadı…  Padişahın kullarına, söyleyecek bir tek sözü kalmamıştı!...

Ailesi ve kendinin geleceğini düşünmeye başladığı an, kaftanının içinde yitip gitmişti o koca sultan...

Sarayın ‘mehter takımı’ izine ayrılmıştı, derin bir sessizlik içinde ‘ulema’ ile baş başa verilmiş MANDA(3) fikri tartışılıyordu… Bu ‘fikir’e az sayıda olsa da, bazı paşalar katılıyordu…

Türk halkı Çanakkale Zaferinden sonraki teslimiyeti bir türlü içine sindirememişti… İzmir’in işgali ise ‘tuz biber’ oldu olup bitenlere; ‘gayrik yeter’(4) demişti Anadolu… Bundan böyle başının çaresine bakacaktı, başka yolu yoktu…

***

İşgal altındaki İstanbul’da isminin içine “müdafaa” ve ‘hukuk’ sözcüklerinin özellikle yerleştirilen yöresel dernekler mantar gibi bitiyordu…

Tüzüklerinin hemen hemen tümünde işgale karşı açıkça ‘silahlı direniş’ için kuruldukları yazılıydı…

O sıralar Anadolu’ya söz dinletecek bir Devlet yoktu!...

İş başa düşmüştü, halk ‘hukuk’unu arıyordu…

Devletin olmadığı bir yerde aranan hukukun iç hukuk olmadığını kuşkusuz İtilaf Devletleri pekâlâ anlıyordu…

O gün istenen hukuk kısaca: ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ olarak özetleniyordu… ‘Özgürlük ve tam bağımsızlık’ ise verilen bir şey değildi ve zorla alınması gerekiyordu. Bunu ‘Allah’ı bir bilir’ gibi Anadolu halkı biliyordu…

Düşman işgaline karşı direnme amacı ile kurulan dernekler 11 Eylül 1919 günü Sivas Kongresi’nde alınan bir kararla; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleşip, ‘milli mücadele’yi kucaklayarak ‘Kuvayi Milliye’yi doğuruyordu…

Sonunu biliyorsunuz bu hikâyenin: Türkiye Büyük Millet Meclisi açılması ve düzenli ordunun kurulması sonucunda Büyük Taarruz... Polatlı önlerinde emperyalizmin kaçınılmaz ikinci büyük yenilgisi başlamıştı.

İşte Osmanlı’nın külleri üzerinde Türkiye Cumhuriyeti böyle kuruldu…

Bu büyük zafer karşısında düşmanlar bile şapkasını çıkartıp ‘esas duruşa’ geçtiler…

Tarih baba, sadece olup biteni seyretmekle yetinmedi; Lozan Antlaşması’nı kayıtlarına geçerek emperyalizmin ikinci büyük yenilgisini de tescil etti…

Tınaz Tepe’nin güneyindeki 15’nci Piyade Fırkası’ndan  bizim emekli ihtiyat zabitleri, üzeri ay yıldız işlemeli tabakalarını çıkartıp birbirine  tütün ikram ederken; emperyalistler dostlarının   ‘geçmiş olsun!’ dileklerini kabul ediyorlardı!...

Doğal olarak bu durumu da emperyalistler hiçbir zaman içlerine sindiremediler. Nitekim gelecek günler bunu gösterecek ve intikam almak için fırsat kollayıp duracaklardı… Bunu anlamak mümkündü...

Peki ama!... Bizim malakların(5) derdi neydi, onlara ne oluyordu?...

***

Aradan 90 koca yıl geçti, bugüne geldik…

20’nci yüzyılın liderleri tarihteki yerlerini aldılar tek tek, ama çoğu unutulup gitti kendi ülkelerinde…

Aralarından bir tek ezilen uluslara da önderlik yapan; Mustafa Kemal gelebildi 21’nci yüzyıla kadar... Emperyalistlerin torunları AB içinde hasetlerinden kudurdular…

Bu süre içinde mandacılar da boş durmadılar; Cumhuriyetin sağladığı olanaklar ile çoğu kez yer altında, son zamanlarda da yer üstünde örgütlendiler…

Günü geldi iktidar oldular; laiklik karşıtı eylemlerin odağı olarak mahkûm da oldular en yüksek Mahkemede! “Durmak yok, yola devam!” deyip geçip gittiler...

Bizim mandacılar, varlık nedenlerini temelinde ‘Atatürk İlkeleri’  olarak bilinen niteliklerle donanmış Cumhuriyete saldırmakta gördüler… Hiçbir zaman da Cumhuriyet karşıtı olduklarını açıkça söyleyemediler…

İkinci Cumhuriyetçiler olarak da bilinen mandacılar, asıl hesabı Cumhuriyetin  “Laiklik İlkesi”yle göreceklerini bugüne dek gizleseler de bugün buna ihtiyaçları yoktu... Zira ABD ve AB sözcüleri onlardan önce, fırsat buldukları her zeminde Mustafa Kemal’in fikirlerinin bu dönemde çağdışı kaldığını haykırıyordu...

Yetmedi “Ilımlı İslam”  adıyla bir de din uydurmuşlardı “Laiklik İlkesi”nin yerine...

90 yıldır laiklik ilkesini din ve dince kutsal sayılan değerlere karşıymış gibi gösterip; Mustafa Kemal’i “din düşmanı” olarak tanıtmalarının nedeni daha yeni anlaşılıyordu…

Bizimkiler ‘Dinler arası diyalog’ diyerek kilise kilise gezdiler; müttefik aradılar kendilerine…  ‘Medeniyetler çatışması’ tarihsel gerçeğini tersine çevirip; ‘medeniyetler buluşması’ ettiler…

Özetle, ‘Kuvayı Milliye’ ruhunu yok etmek için her zaman olduğu gibi yine emperyalistlerle işbirliği içine girdiler…

Düşman dışarıdan, mandacılar içerden sinsice Anadolu içlerine, ta Anıtkabir’e kadar ilerlediler…

Buna karşılık, 90 yıl önce ‘Müdafaa-i Hukuk’ (hukuku savunmak) ilkesini şiar ederek yola çıkan Türk milleti, bugün ancak ‘hukukun üstünlüğü ilkesini’ savunmak noktasına gelebildi…

Birbirine çok yakın gibi duran bu iki kavramı her düzlemde savunmak, Türk Gençliğinin birincil ve değişmez bir ödevi olarak ‘Gençliğe Hitabe’de duruyordu!…

***

Peki, ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’nden nedir anlaşılması gereken?...  

Çağdaş demokrasiyi benimsemiş ülkelerde, hukukun üstünde başka bir gücün egemen olmadığıdır, bu kavramla anlatılmak istenen…

Ulusal ve uluslar arası hukuk kurallarına vatandaş gibi Devletin de kayıtsız ve koşulsuz uymasıdır ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’…

Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı öncesinde ‘Müdafaa-i Hukuk’ Türk ulusunun devletlerarası ilişkiler bağlamında hak ve hukukunu (özgürlük ve bağımsızlığını) anlatırken; ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’ Devletle birey veya bireyler arasındaki ilişkilerde kesin olarak hukuka uygun davranılacağını ifade eder...

Bugün Ekonomik olarak bağımsızlığımızı yitirdiğimiz ve emperyalizmin kendine yetecek kadar işbirlikçi bulduğu bu ülkede; halkın gerçek temsilcilerinin yönetimde olmamasına şaşırmamak gerekir…

‘Karşılıklı bağımlılık’ gibi sevimli gösterilen bir kavram ile bağımsızlığımızın olmadığının ifade edildiği günümüzde;’küreselleşme’ sözcüğü ile de ulusal sınırlar döneminin kapandığı kabul ettirilmek istenmektedir…  Ottawa Sözleşmesi ile sınırlardaki mayınların kaldırılmasının kararlaştırılması da bu yüzden olsa gerek…

Tarihi boyunca ilk defa Türklere yenilen emperyalizm, Kurtuluş Savaşımızda ikinci yenilgisini de aldıktan sonra, savaşarak geçemediği savunma hatlarımızı, bu 90 yıllık süre içinde ve mandacıların sayesinde yararak; büyük ölçüde amacına yaklaşmıştır…

Emperyalist düşünce ‘en güçlü olduğunu’ kafamıza kazımaya çalışmaktadır!…

Öte yandan emperyalizmin temelinde yatan kapitalist düşünce bütün dünyanın gözü önünde çatırdayarak çöküp ‘İktisat Tarihi’ içindeki yerini almıştır… Kurtuluşunu ‘Planlı Ekonomi’de  (Karma Ekonomik Sistem) arayan Kapitalist Sistem, aslında Atatürkçü Düşüncenin karşısında üçüncü yenilgisini de böyle almıştır...

Bu hususta tartışmalarda Atatürkçü Düşünce’nin es geçilerek, görmezden gelmesi ondandır… Hadi onlar için kıskandılar (bence korkuyorlar!) da görmezden geliyorlar diyelim, peki bizim hainlere ne demeli?...

İster kıskançlıktan olsun, ister ihanet içinde olduklarından O’ndan söz etmesinler; 21’nci yüzyılın da dünya lideri Mustafa Kemal Atatürk’tür, bu kesin…Kuşkusuz Atatürk’ün bu defaki işi biraz daha zordur… Biliyorsunuz kendisi halen (!) Anıtkabir’dedir… Mandacılar ise yedeklerine düşmanları alıp,  daha kalabalık ve donanımlı gelmişlerdir… Emperyalistler düne göre daha da deneyimlidirler…

Elbette ‘Misak-i Milli’ sınırları içinde bugün düşman postalı göremiyoruz... Kafamızın içini ise görmeye gözümüz ehil değil... İçimizde büyüttüğümüz düşmanı yenmedikçe, kendimize gelmemiz mümkün değil... 

Bu defa işgal altında olan yerimiz: Bir türlü “bizimdir” deyip sahip çıkamadığımız beynimiz! Düşman beynimizin içinde yuvalandığından, atış mesafesinin dışında kalmış... Bu yalın gerçeği görelim artık,   savunma hatlarımız çok yetersiz…

O’nu görmedikçe başımızda, düşmanı büyütüyoruz gözümüzde, güven kaybediyoruz günden güne… Özetle söylemek gerekirse; pek çoğumuzun “dürbünü boynunda, vatan haritaları koynunda” kapı önlerinde ayakta yeni emirler bekliyoruz…

Biz birkaç kişilik bir arkadaş grubu geçenlerde Ulu Önder’i ziyarete gittik Anıtkabir’e... Önünde Türk Gençliği adına saygıyla başımızı öne eğip, esas duruşumuzu göstererek onu dikkatlice dinledik, son emirlerini de alarak geldik...

İçinde bulunduğumuz “ahval ve şeraiti” özetleyen sözcümüz;”bize bugüne uygun bir strateji oluşturur musunuz paşam!” diyerek girdi söze... Ulu önder kaşlarını çatarak baktı gözümüze... Başımızı öne eğdik hafifçe ve dinledik: “O gün hattı müdafaa yoktu, sathi müdafaa vardı çocuklar; bugünkü savunma hattı: ‘Hukukun Üstünlüğü İlkesi’dir” dedi bize!…

Av. Cemil CAN - 21.06.2009

 

DİPNOTLAR:

(1) Mondros Ateşkes Anlaşması ya da Mondros 17 Mütarekesi, I. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında imzalanan ateşkes belgesi. Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf Bey, Birleşik Krallık adasının Mondros Limanı'nda demirli Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918 akşamı imzalanmıştır. Mondros Ateşkes Anlaşması, Osmanlı Devleti'nin yıkımından sonra kurulan Türkiye'nin çerçevesini çizen ilk uluslararası belge olarak önem taşır. Türk Kurtuluş Savaşı'nın siyasi manifestosu olan Misak-ı Milli Beyannamesinin birinci maddesi, "30 Ekim 1918 tarihli anlaşmanın çizdiği hudutlar dahilinde, dinen, ırkan ve emelen müttehit [birleşik] Osmanlı İslam ekseriyetiyle meskûn bulunan aksamın tamamı, fiilen ve hükmen gayrı kabil-i tecezzi bir küldür [bölünmez bir bütündür]." demek suretiyle, Milli Mücadele'nin hedefi olan ulusal varlığı Mondros Ateşkes Anlaşmasına gönderme yaparak tanımlar.

(2) 29 Mayıs 1453 - Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederek Bizans İmparatorluğu'nu (Doğu Roma'yı) sona erdirdi. Birçok tarihçi için İstanbul'un fethi, Orta Çağın sonudur.

(3) Manda (Fr: mandat, İng: mandate),I. Dünya Savaşı’ndan sonra bazı az gelişmiş ülkeleri,     kendi kendilerini yönetecek bir düzeye eriştirip bir düzeye eriştirip, bağımsızlığa kavuşturuncaya ka dar Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen yetkidir.

Geleneksel sömürgeciliği tasfiye etmeye yöne lik bir proje olarak düşünülmüş, ancak uygulamada geleneksel sömürgeciliğe benzer sonuçlar doğurmuştur.                                                   

(4) ”Gayrik yeter” ifadesini ilk ve son defa Nazım Hikmet’in Türk Köylüsü adlı şiirinde gördüm… Sanırım “yeter artık” anlamında kullanılmıştır…

(5) Malak: Manda yavrusu, balak.

 

From:Av. Cemil Can

Sent: Monday, June 22, 2009 7.50 AM

Subject: “MÜDAFAA-İ HUKUK” MU “HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ” MÜ?...

 

 

TÜRK KÖYLÜSÜ
Topraksız öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.
Ferhad'dir
Kerem'dir
ve Keloğlan’dır.
Yol görünür onun garip serine,
analar, babalar umudu keser,
kahpe felek ona eder oyunu.
Çarşambayı sel alır,
bir yâr sever
el alır,
kanadı kırılır
çöllerde kalır,
ölmeden mezara koyarlar onu.
O, "Yunusu biçaredir
Bastan ayağa yâredir",
agu içer su yerine.
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeye görsün önlerine
ve bir kerre vakterisip
"? Gayri yeter!.." demesinler.
Bunu bir dediler mi,
"İsrafil sûrunu urur,
mahlûkat yerinden durur",
toprağın nabzı baslar
onun nabızlarında atmağa.
Ne kendi nefsini korur,
ne düşmanı kayırır,
"Dağları yırtıp ayırır,
kayaları kesip yol eyler abıhayat akıtmağa..."

Nazım Hikmet’in Kuvâyi Milliye
Saat 21-22 Şiirleri
Dört Hapishaneden Rubailer

 

Diğer Haberler

TrabzonSporKlübü

Nasa

Kentim_İstanbul

Doga_İcin_Sanat

ABD_USA

Department_State

TelerehberCom

Google_Blog

Kemencemin_Sesi

Kafkas_Music

Horon_Hause

Vakıf_Ay

Dogal Hayatı_Koruma

Seffaflık_Dernegi

Telerehber

Sosyal_Medya

E-Devlet

Türkiye Cumhuriyeti

BACK TO TOP