1915'İN UNUTTURMAYIP HATIRLATTIKLARI.!

Ermeni Soykırımı İçin Bir Simge Seçmek Gerekseydi, Bu, Kesinlikle Rahip Ve Müzisyen Gomidas Vartabed Olurdu. Der Zor Çölü'nün ortasında bir kum tepeciğinden kuzeye bakıyoruz hep birlikte. Darmadağın olmuşuz, her bir zerremiz kum olmuş.!.

Paylas:
  • Facebook'da Paylaş
  • Twitter'da Paylaş

1915 İN HATIRLATTIKLARI, UNUTTURMADIKLARI.!


Ermeni Soykırımı İçin Bir Simge Seçmek Gerekseydi, Bu, Kesinlikle Rahip Ve Müzisyen Gomidas Vartabed Olurdu. Der Zor Çölü'nün ortasında bir kum tepeciğinden kuzeye bakıyoruz hep birlikte. Darmadağın olmuşuz, her bir zerremiz kum olmuş.!.


SON SÖZLER...

Gündüzlerin Gecelere...
Açlığın Tokluğa...
Acının Korkuya...
Umudun Düşlere...
Karıştığı Günlerde...
Patlamış Ayaklarım...
Kızarmış Gözlerim...
'Ve Kirletilmiş Bedenimle...
Bana Uzatılmış Bir Lokma Ekmeğe...
Uzanırken...
Seninle Göz Göze Geldim... 
Bakışlarındaki Hainlikten İğrendim...
'Ve De Açlığıma Tam Da Boyun Eğecekken... 
Sırf Sana O Zevki Vermemek İçin...
Olumum Pahasına Başımı Çevirdim...
Seni Tarihin Çöplüğüne Terk Ettim...

Rüstem Ayral, 23 Nisan 2017

 

 

BEN Kİ İSTANBUL ŞEHRİYİM...

Ben ki İstanbul şehriyim...
Kanarım için için kimselere göstermeden yaramı...
Yanarım için için acımı içimde saklayarak...
Beyazıt meydanına bakamam...
Aklıma
"Paramaz" gelir, Yoldaşlarıyla...
Hain darağaçlarında...
Son nefeslerinde sosyalizmi soluyarak...
Gözlerim hala
Gomidas, Zohrab ve diğerlerini arar...
Issız sokakların kuytularında...
Kahpe pusularla Ayas yollarında katledilen...
Bakamam Trakya ve Anadolu'dan yana yüz bir yıldır...
Aklıma Edirne,Tokat, Malatya, Mardin, Van gelir...
Hele
Der-Zor Çölleri...
Uykularımı böler geceler boyu...
İsimsiz kemiklerden nehirleriyle...
Ben ki İstanbul şehriyim...
Arıyorum yüz bir yıldır kaybettiklerimi...
Umutsuz bir dinginlikte yapayalnız...
Acımı ve öfkemi içimde büyüterek...
Öylece bakıyorum boynum bükük ve başım eğik...

Rüstem Ayral - 20 Nisan 2016

 

SESSIZLIGIN SESI
Der Zor Çölü'nün ortasında bir kum tepeciğinden kuzeye bakıyoruz hep birlikte….
Darmadağın olmuşuz, her bir zerremiz kum olmuş...
Ayas'da bir kuru dere yatağında bırakmışız bedenlerimizi…
Yazılarımız, şarkılarımız, resimlerimiz, sözlerimiz yarim kalmış...
Fırat'a bakan tepelerden süzülüp karışmış kanımız deli sulara…
Basra Körfezine dek her kıvrımında bir hücremiz ,
Hayat verir olmuş otlara, yosunlara, balıklara…
Geride bıraktığımız bacılarımız, karılarımız, çocuklarımız…
Dört bir yana dağıtılmış…
Köylerimiz, kutsallarımız, hayvan barınağı olmuş…
Serilmişler yerlere tanınmaz bir halde…
Böyle bitirilmişiz…
Her 24 Nisan'da Der Zor'da, o kum tepeciğinden…
Ayas'daki o kuru dere yatağından,
Fırat'ın yolu boyunca o yosun ve otlardan,
Bakıyoruz bizden sonraki geçip gitmekte olan hayata…
Sessizliğimizle ses vermeye,
"Bizi unutmayın" demeye devam ediyoruz...

Nadya Uygun - Rüstem Ayral: 18 Nisan 2013

 

 

 

GOMİDAS VARTABED

Ermeni Soykırımı İçin Bir Simge Seçmek Gerekseydi, Bu, Kesinlikle Rahip Ve Müzisyen Gomidas Vartabed Olurdu.

Gomidas Vartabed, 1869'da Kütahya'da Doğmuş; Bebek Yaşta Öksüz-Yetim Kalarak Ermeni Kilisesi Merkezi Eçmiyadzin’e Gönderilmiştir.

Hiç Ermenice Bilmemesine Rağmen Kendini Geliştirerek Din Eğitimini Tamamladıktan Sonra Almanya’ya Gönderilmiş; Orada Müzikoloji Eğitimi Görmüştür.

Daha Sonra Halk Müziği Üzerine Araştırmalar Yapmıştır. Anadolu’yu Karış Karış Gezerek Ermeni, Kürt Ve Türk Melodilerini Derleyerek Notaya Geçirmiştir. Bugün Bile Dinlediğimiz 'Türkülerin' Pek Çoğunu Ona Borçluyuz.

Bugün Dünyanın En Önemli Etno-Müzikologlardan Kabul Edilir. Ermeni Toplumunun Önde Gelen Şahsiyetlerinden Biri Olması Nedeniyle, Soykırım'ın Başlangıç Tarihi Sayılan 24 Nisan 1915’te Tehcir Kanunu Gereğince Tutuklanan 235 Ermeni İleri Geleni Arasındadır.

Hemen Ardından Pek Çok Ermeni Aydınıyla Birlikte Çankırı’ya Sürgün Edilmiş; Nüfuz Sahibi Kişilerin Araya Girmesiyle Geri Getirilmiştir. Ancak Söz Konusu Sürgün Sırasında Ermeni Aydınlarının Vahşice Katledilişlerine Şahit Olması Sonucu Akli Dengesini Yitirmiştir.

Birkaç Yıl İstanbul’da Bir Hastanede Kalan Gomidas Vartabed

Fransa’ya Götürülmüş Ve 1935'de Ölümüne Kadar Tüm Yaşamını Paris’te Bir Psikiyatri Hastanesinde Geçirmiştir. Hayatının Bu Son 18 Yılında Hiç Beste Yapmamış, Şarkı Söylememiş, Hatta Hiç Konuşmamıştır.

Soykırımdan Tesadüfen Kurtulan Gomidas Vartabed'ın, Muhtemelen Koca Bir Halkın Uygar Dünyanın Gözü Önünde Yok Olmasına Ve Dünyanın Sessiz Kalışına Tepkisidir.! İşte Gomidas Vartabed'ın Derlemesi: Muhteşem Ezan...

 

Türkiyeli Bir Devrimci, Yoldaş Madteos Sarkisyan - Paramaz

15 Haziran 1915’de İstanbul Beyazıt meydanında asılan Ermeni Sosyalisti Paramaz (Madteos Sarkisyan) ve 19 yoldaşının trajik hikâyeleri, günümüzde de Ermeni toplumunun belleğinde silinmeden duruyor. Buna karşın, son yıllarda geçmişiyle yavaş da olsa yüzleşmeye başlayan Türkiye’de ise sol siyasi çevreler de dâhil olmak üzere 20’lerin davası pek de bilinmiyor.

1915’in yüzüncü yılına yaklaştığımız bugünlerde “geçmişle hesaplaşmanın imkânları ve yolları” üzerine tartışmalar giderek artmakta.  Bu kapsamda, unutmaya karşı olmak ve geç de olsa adaletin yerine getirilmesi gibi bir noktadan hareket ederek, 20’lerin asılması olayını gündeme getirmek Türkiye’nin mazisinde gezinen hayaletlerle yüzleşmesinin vazgeçilmez koşullarından biri.

Büyük Felaketin işaret fişeği

İstanbul Beyazıt Meydanı’nda Sosyal Demokrat Hıncak Partisi üyesi Madteos Sarkisyan - Paramaz ve arkadaşlarının bu topraklarda yaşayan 1 milyona yakın Ermeni’nin sürgün edilmesinin başlangıcı sayılan 24 Nisan tutuklamalarından 3 hafta sonra hızlı bir yargılamayla infaz edilmeleri, “büyük felaket”in işaret fişeği gibidir.

Ermeni halkı, Paramaz ve arkadaşlarının yasını tutmaya vakit bile bulamadan daha büyük ve kapsamlı bir acının içine yuvarlanmıştır. İttihat Terakki önderliğinin uzun süredir gündeminde olan  "zorla Türkleştirme ve asimilasyon" politikasına ilişkin kolladığı fırsatı, Balkan savaşı sonrasında balkan uluslarının Osmanlı'nın boyunduruğundan çıkarak kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmaları ve Osmanlı'nın yaşadığı toprak kaybı sonucunda buldu.

Bunun yanı sıra, 10 Ocak 1915'deki Sarıkamış hezimeti ve Ortadoğu'daki hegemonya kaybı da, İttihat Terakki Cemiyetinin "Anadolu’nun Türkleştirilmesi" projesini hızla devreye sokmasına vesile oldu. Başta Ermeniler olmak üzere Rum ve Anadolu’nun kadim halkları Süryaniler, Keldaniler; binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan sürülüp kopartıldı. Deir-ez-Zor gibi çöllük bölgelere ölüm yolculuğuna çıkartılarak tam bir etnisite mühendisliğiyle soykırıma uğratıldılar. (1)

Tehcir’in uygulamaya konmasından hemen sonra hukuksuz bir yargılamayla ölüme gönderilen Paramaz ve arkadaşlarının hikayesi, onların katledilmesinden daha sonra gelen büyük adaletsizliğin ve hukuksuzluğun özeti gibidir. 

1914 Haziran’ın sonuna doğru ,Sosyalist Hınçak Partisi’nin kurucuları, merkez yöneticileri ve İstanbul'daki  üyeleri, 17 Eylül 1913’de Romanya’nın Köstence şehrinde yapılan SDHP'nin 7. kongresinde, İttihat ve Terakki yöneticisi Talat Paşa’ya suikast düzenlenmesi kararı alındığının ihbar edilmesi üzerine apar topar gözaltına alınır ve tutuklanırlar. Paramaz'da tutuklananlar arasındadır. (2)

Tutuklananların henüz mahkemeleri başlamamıştır ve ne zaman başlayacağı da belirsizdir. Bu şekilde İstanbul merkez cezaevinin bodrum katında kötü koşullarda zincirlenerek tutulmuşlar ve işkence altında sorguları aylarca sürdürülmüştür. Gerçektende kongrede, İttihat ve Terakki yöneticilerinin Ermenilere dönük katliam hazırlığı içinde olduğu konuşulmuş ve bu konuyla ilgili ne yapılacağı seçilen merkez komitesine bırakılmıştır.

Köstence'de toplanan 7. kongreye katılım yeterli düzeyde olmamış ve bu kimi sıkıntılara da yol açmıştır. Kongre, 1909 yılında İstanbul'da toplanan ve legalleşme kararının alındığı 6. kongrenin aksine tekrar illegal çalışmanın esas olacağı kararını alır. 

Aslında legalleşme kararı 6. kongrede ciddi tartışmalara sahne olmuş, Stepan Sabah-Gülyan (3) ve Paramaz'ın da içinde olduğu ekip, legalleşmeye itiraz etmişlerse de bu partide bir bölünmeye yol açmamış, alınan karara herkes uymuştur. Kuşkusuz 1908 yılında 2. Meşrutiyetle ilan edilen anayasa, yasalda kendilerini kuran Ermenilere, diğer farklı uluslar gibi Meclis-i Mebusanda kendilerini temsil imkanı vermiştir. Hınçaklar, İttihatçılara karşı sosyalist ve liberal örgütlerle işbirliği de yapmışlardır. (4)

1905'de Çar'ın Kafkasya Valisine suikast düzenleyenlerin arasında olduğu bilinen Paramaz, 7. kongreye katılamadığı halde kongrede yenilenen merkez komitesine seçilenlerin arasındadır. Kongreye Mısır delegesi olarak katılan ve Osmanlı polisiyle işbirliği yaparak operasyonun başlamasına neden olduğundan şüphelenilen Arşavir Sahakyan, kendisine 28 Ocak 1914 günü Tarlabaşı'da suikast girişiminde bulunulduğunu ihbar ederek tutuklamaların yaygınlaşmasına da neden olur. (5)

Toplam tutuklu sayısının 120'lere çıktığı ve işkenceli sorguların aylarca sürdüğü süreçte, tutuklananların bir kısmı araya giren aracılar ve verilen rüşvetlerle salıverilirler. Tutuklu sayısı 49 kişiye kadar düşer. Yargılama süreci başladığında ise tutuklu sayısı 2'si gıyabında olmak üzere 23 kişidir. Mahkeme aşamasında beraat ettirilen Hemayak Aramyan'da Paramaz ve arkadaşlarıyla ilgili suçlayıcı ifadeler verir

Van olayları öne sürülerek 1915 yılının 24-25 Nisan’ın da Ermeni aydın ve toplum önderlerinden 240 kişi İstanbul'da tutuklanıp sürgün edilmeye başlanır. Bu sayı bir kaç gün içinde 2000'i geçecek, tutuklamalar Mayıs ayına kadarda devam edecektir. 27 Mayıs’ta ise çıkarılan “Tehcir Kanunu” ile yüz binlerce Ermeni soykırım yolculuğuna çıkarılacaktır. Tam bu tarihlere denk gelen zamanda, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi merkez komitesi üyesi Madteos Sarkisyan-Paramaz ve yoldaşlarının mahkemesi Divan-ı Harp’te başlar. Önceleri hiç kimse, yaşama geçirilmemiş, somut hiç bir adım atılmamış bu girişimin yargılanması sonucu idam kararı çıkacağını öngörmemiştir.

10 Mayıs 1915’de başlayan ve 17 gün süren mahkeme 27 Mayıs’ta son bulur. Bu tarih aynı zamanda “Tehcir Kanunu”nun çıktığı tarihtir. Paramaz ve diğer 21 Hınçak Partisi üyesi ''Özgür ve bağımsız bir Ermenistan kurma amacıyla silahlı eylemlerde bulunmak, yabancı devletleri Osmanlı'ya karşı kışkırtarak, devletin bölünmez bütünlüğüne yönelik tehlikeli planlar yapıp, Osmanlı halklarından bir kısmının Osmanlı hâkimiyetinden ayrılıp kendi başına devletler yaratma amaçlı değişik yerlerde alenen ve gizli toplantılar gerçekleştirmek, basın-yayın yoluyla bu amaçların propagandasını yapmak ve kışkırtıcı çalışmalar örgütlemekle'' suçlanırlar. Mahkeme başkanının "Türkiye'yi parçalayıp, yok etmek niyetiyle bağımsız bir Ermenistan kurma amacına hizmet ettiğiniz doğru mudur.?" sorusuna Paramaz’ın cevabı: "Bu ülkenin refahı için yapmadığımız ne kaldı.?

Ermenilerin ve Türklerin kardeşliğini sağlamak için öylesine fedakarlıkları kabul ettik. Ne kadar enerji tükettik ne kadar çok kanımızı akıttık. Bu kadar acıya katlanmamızın nedeni güven yoluyla birbirimizi yükseltmek idi. Ve bizim karşılaştığımız nedir.?

Yalnızca bizim olağanüstü çabalarımızı yok saymakla kalmadınız, aynı zamanda bilinçli olarak bizi imha etmeye çalıştınız. Siz ülkemizi bundan altı yüz yıl önce bizden koparmaya çalışıp, işgal ettiniz. Şimdi de tüm Osmanlı vatanını bir Türkiye'ye dönüştürme çabası içerisindesiniz. Ancak siz bunu yaparken suçlu görülmüyorsunuz da, aynı şeyi yapmaya kalkışıp, tarihsel hakkımızı yeniden elde etme amacı için çabaladığımız için biz mi suç işlemiş sayılıyoruz yani.!" olur. Paramaz, 1898 yılında arkadaşlarıyla birlikte Van'da tutuklanmış, yargılanması sonucunda idam cezasına çarptırılmıştı. Vatandaşı olduğu Rusya'nın talebi üzerine ise cezası infaz edilemeden Rusya'ya iade edilmişti. Paramaz'ın Van'da yargılandığı mahkemedeki savunması da ilginçtir. Mahkeme başkanına "Bizim istediğimiz eşitlik, biz katı milliyetçi değiliz, bizim talebimiz Ermeni, Türk, Kürt, Alevi, Laz, Yezidi, Süryani, Arap ve Kıptilerle birlikte eşit koşullarda kardeşçe yaşamak istiyoruz. Bir devrimci olarak bu hedefe ulaşacağımıza inanıyorum. Ama Osmanlı devletinin tutumu onu Türkçülüğe götürüyor. Yüzlerce yıl önce bu topraklara geldiğiniz noktaya, Türkçülüğe geri dönüyorsunuz" (6)

Aralarında Paramaz’ın da olduğu 22 kişi idam cezasına çarptırılır. Stepan Sabah-Gülyan ve Hagop Tivrapyan kaçak durumda oldukları için ceza gıyaplarında verilir. Mahkemenin aldığı karar, 5 Haziran günü Osmanlı padişahı Mehmet Reşat tarafından onaylanır ve dönemin Başkomutan vekili Harbiye Nazırı Enver'e infazların yerine getirilmesi emri verilir. (7)

15 Haziran 1915 sabahına doğru saat 03.30'da 20'ler infazları gerçekleştirilmek üzere darağaçlarının yanına getirilirler. 20'lerin yüzlerine karşı idam fermanları okunur. Paramaz arkadaşlarına dönerek, "Yoldaşlar, yiğitçe, başımız dik gideceğiz ölüme" diye seslenir. Yine 20’lerden Doktor Benne cellatların yüzüne, "Biz, yirmileri asıyorsunuz, ama arkamızdan yirmi binler gelecek!" diye bağırır. İlk olarak, Paramaz'ı darağacına çıkarırlar.

İdam sehpasında Paramaz; "Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla... Yarın Ermenilik, ülkenin Doğu'sunda özgür ve sosyalist Ermenistan'ı selamlayacaktır, yaşasın sosyalizm.!" diye var gücüyle haykırır. Ardı ardına darağacına çıkarılanlar benzer şiarları haykırırken, infaz için sırada bekleyen İşçi Yervant’ın söylediği: "Ölüm her yerde aynıdır ama ne mutlu halkının kurtuluşu için şehit düşene.!" şarkısı ilmiğin boğazına geçmesi ile son bulur.

İnfazları izleyen Papaz Kalust Boğosyan “20 devrimci Ermeni'nin idamından sonra, orada görevli olan subayların üzerinde ölüm kararı yazılı olan tahtaları kurbanların boyunlarına asıp, fotoğrafçıyı çağırıp, bolca fotoğraf çektirdiğini, bir doktor tarafından teker teker muayene edilip ölmüş olduklarına dair tasdik raporu alındıktan sonra, idam sehpalarından indirilen 20’lerin atlı yük arabasına üst üste yüklenerek Edirnekapı Ermeni mezarlığına gönderildiğini” yazmaktadır. 20'ler, atlı bir arabayla üst üste yüklenerek götürüldükleri Edirnekapı Ermeni mezarlığında, Aram Açıkbaşyan'ın vasiyeti gereği ayrı ayrı değil topluca gömülürler. (8)

Belleklerdeki Paramaz

Ermeni halkı bu trajik olayı asla unutmamıştır. Hem bu topraklarda kalanların belleklerinde, hem de tehcirle dört bir yana savrulan Ermeniler, Paramaz ve arkadaşlarının başına gelenleri, onların mahkeme savunmalarını ve kahramanlıklarını kuşaktan kuşağa taşımışlardır.

Türkiye’de tehcirden kurtulan Ermeniler arasında gizliden gizliye konuşulan ve anımsanan bu olay, Diaspora’da ve Ermenistan’da yaşayanlar arasında ise yaygın bilinen ve hatırlanılan bir olay olarak günümüze kadar gelmiş, Paramaz bir halk kahramanı olarak Ermeni halkının belleğinde yer etmiştir.

Türkiye’de ise çok sınırlı sayıda yayında yer alan bu trajik olay, 1921 yılında İstanbul’da Taşnak, Hınçak ve Ramgavar'ların ortak eylemiyle anılmış ve onlarca yıl sonra ilk kez 2013 yılının Haziran’ında İstanbul’da yapılan bir panelle ve yine ilk kez infazların gerçekleştiği Beyazıt meydanında gerçekleştirilen anma ile Türkiye sol kamuoyunun gündemine taşındı. Devrimci 20 Ermeni’nin hikayesi 2013 yılında yapılan etkinlikler sayesinde farkındalık yarattı. Neredeyse yüzyıl sonra Türkiye’de ilk kez kamusal alanda yapılan etkinliklerle bu olayın hatırlanması ve hatırlatılmasının aslında çok geç kalmış da olsa, yüzleşmenin ilk adımı olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Türkiye sosyalist hareketine gelecek olursak,  tarihinin ilk öncülleri içinde İstanbul’da yaşayan Ermeni ve Rumların -hatta Bulgar ve Yahudilerinde- kurucu özne olarak yer aldıkları bilinse de (9) Türkiyeli sosyalistlerin Paramaz olayını belleklerinde yaşatmadıkları bir gerçek.

Gerek Türkiye Komünist Partisi (TKP) gerekse sonraki yıllardaki sol-sosyalist hareketler tarafından bu olayın hatırlanmaması kuşkusuz İttihat ve Terakki'nin devamı olan ve TC’nin kuruluş ideolojisi olarak kabul edilen Kemalizmin sol üzerinde yarattığı etkiden kaynaklanıyor. Tehcir suçu işlemiş ve 1919'da yargılamaları İstanbul'da başlayıp sonra Malta’da kurulan mahkemede devam eden birçok isim, bizzat Mustafa Kemal tarafından kurtarılmış ve bu isimler sonra Cumhuriyetin kuruluşunda önemli görevlere getirilmiştir. (10) 

Ermenilere uygulanan tehcir ve bu konuda yaratılan algının, Türkiye’deki sol-sosyalist hareketler üzerinde de uzun yıllar etkili olduğunu kabul etmek gerekiyor. Sol-Sosyalist hareketlerin üzerindeki Kemalizm etkisi ve enternasyonalizm konusundaki zaaf, bu topraklarda yaşayan “diğer” sosyalistlerin varlıklarını ve mücadelesinin görmezden gelinmesine, unutulmasına, gelecek kuşaklara aktarılmamasına neden olduğunu söyleyebiliriz.

Geçmişle hesaplaşma, tarihin doğru bilinmesi

Paramaz ve 19 yoldaşının trajik hikâyeleri, günümüzde Emeni halkının belleğinde saklı dururken, Türkiye sosyalistleri, aydın ve demokratları içerisinde 20'ler davasını hatırlayıp, bu davanın tarihsel önemini vurgulayanların sayısının kısıtlı olduğunu belirtmiştik. Halbuki bu topraklarda kurulan darağaçlarında, işkence hanelerinde can veren sosyalistler, Deniz, Mahir İbrahim, Mazlum ve arkadaşları, diğer devrimciler farkında olmadan Paramazların, 20’lerin geleneğini yaşattılar, onların yolundan yürüdüler.

Ermenilere uygulanan tehcir; soykırımın yanı sıra, bu topraklarda yeşeren sosyalizm fikrinin kökünün de zarar görmesi anlamına gelmiştir. Türkiyeli sosyalistler ve onların örgütleri, kendilerinden önce bu topraklarda yaşayan sosyalistlerin çıkardıkları dergileri, kendi çağlarına tanıklık ederken sürdürdükleri bugün bile aktüalitesini koruyan tartışmaları ve değişik milliyetlere mensup Osmanlı emekçileriyle birlikte sürdürdükleri mücadeleyi, parti programlarında savundukları fikirleri eğer bilebilmiş olsalardı ve bundan haberdar olsalardı, belki de bu topraklardaki sosyalist hareket başka bir kanalda akıp, gelişebilirdi. Hıncak'ların 1910'daki parti programındaki kimi maddeler hala güncelliğini korumaktadır.

"İnsan topluluğunun çoğunluğunu oluşturan üretici işçi sınıfının, gerçek özgürlüğü kazanabilmesi; üretime, sermayenin dolaşımına, haberleşmeye, hizmet eden bütün araçlar yani, toprağa, fabrikalara, bankalara, değerli mali kuruluşlara, demiryolu ve benzeri taşıma araçlarına bizzat sahip olmasına bağlıdır... Osmanlı topraklarında yaşayan çeşitli unsurların birleşmesiyle oluşan halkın, bugün tabi oldukları idari, mali, ekonomik şartlar ve çeşitli vergiler işçi sınıfının yıkılmasına ve yok olmasına sebep olmaktadır. Bu halk bugün öyle bir ekonomik dönemde bulunuyor ki bir taraftan üretimde kapitalist düzen baş göstermekte ve diğer taraftan eski tarz üretim yavaş yavaş sona ermektedir... bundan başka bu derebeylerin artıklarıyla burjuva sınıfı, ülkenin siyasi ve ekonomik yönetimini ele geçirmeye çalışmaktadır. Bu suretle sosyal örgütleri, sırf ait oldukları sınıfın çıkarlarının sağlanması için kullanmaya da çaba göstermektedirler" denmektedir.

Temel Şartlar Olarak İfade Edilen Maddelerin Bazıları İse Şunlardır;

"--iller, sancaklar, kazalar ve nahiyeler hakkında tam idari yetki genişliğinin verilmesi.

--Yirmi yaşında olan her kişinin hakkıyla millet, kavim, sınıf, mezhep ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın seçilmesi ve aday olması.

-- Dini kuruluşların harcama ve giderlerinin o mezhebe bağlı olanların yardımlarıyla karşılanması.

--Eğitimin kendi ana dili ile yapılması, ilk ,orta, ve yüksek dereceli okullar açabilmesi...her kişinin anadili ile sözlü ve yazılı ifade hakkı olması.

--Ülke halkını oluşturan unsurların çeşitli unsurlarının lisanlarının resmi kurumlarca ve herkesçe eşit tutulması.

--İdam cezalarının kaldırılması.

--Düyün-ü Umümiyenin kaldırılması.

--işçilerin sekiz saatten fazla çalışmaması.

--Kadın çalıştıran fabrikalar veya diğer işletmelerde emzirilen ve küçük yaşlarda olan çocuklar için çocuk bakımevi kurulması ve süt veren kadınların her üç saatte bir, yarım saat süreyle çalışmayı bırakması.

--Girişimcilerin ve işçilerin eşit olarak seçeçekleri temsilcilerden oluşan ekonomik kuruluşların hepsinde işçiye ait mahkemeler oluşturulması.

--Bir milletin diğerine üstünlüğü tamamıyla reddedilecektir. Her millet kendi tarihi varlığıyla toplumsal unsur teşkil ettiğinden çeşitli baskılara uğramaksızın serbestçe gelişmesine hizmet edecek her türlü araçtan yararlanacaktır"

Ve Nihayetinde Beşinci Bölümde Şunlar Yazmaktadır;

"Sosyal Demokrat Hınçakyan Örgütü, Osmanlı Devletinden ayrılma eğilimlerini bütünüyle reddeder. Bu ana tüzük kararlarını onaylayan ve kabul eden güzel ahlaklı ve yirmi yaşını tamamlamış her şahıs; millet, mezhep ve cinsiyet ayırmaksızın örgüte girebilir" (11) Yukarıda okuduklarımızın, 114 yıl önce yazılmış talepler olduğunu da bir kez daha hatırlayalım!

Paramaz'la birlikte idam edilen Kegam Vanikyan, aynı zamanda İstanbul'da 1909-1914 yılları arasında yayımlanan gençlik dergisi "Gaydz" ın (Kıvılcım) editörlüğünü de yapıyordu. Bu dergilerde onlarca makalesi olan Vanik'in 1913 yılında yayımlanan  "Osmanlı'da Sosyalizm Kurulamaz" tezine karşı polemik olarak kaleme aldığı yazısında "Sosyalizmi Hakikat Kılan İşçi Sınıfıdır. Nerede Elektrik Ve Buhar Varsa Orada Proletarya Vardır. İşçi Sınıfının Olduğu Her Yerde De Sınıf Ve Sosyalizm Mücadelesi Olacaktır" tezini savunmuştur. (12)

Geçte olsa Paramaz’ı ve yoldaşlarını, onların arasındaki yoldaşlık bağının gücü ve duygu yüküyle anmak, unutmaya karşı koymak ve geç de olsa adaletin yerine getirilmesi için hareket etmek gerekiyor.

Gezi Direnişi’yle toplumsal muhalefetin yükseldiği günümüzde, Paramaz ve yoldaşlarını, “Ötekilerin Sosyalistleri”, “Öteki Toplumun Kahramanları”, “Öteki Devrimciler” olmaktan çıkarıp müşterek mücadele tarihimizin bir parçası olarak görmeli, bizim kahramanlarımız, bizim devrimcilerimiz olarak anmaya başlamalıyız. Sosyalist hareketimizin gerçek tarihini Türkiye’deki gelecek kuşaklara aktarabilirsek, işte o zaman, genç kuşaklara bu coğrafyada halkların eşitlik temelinde barış ve kardeşlik içinde yaşayabileceği bir gelecek bırakacağımıza inanabiliriz. (13) (KA/HK)

 

KAYNAKÇA

(1-) Modern Türkiye'nin Şifresi - İttihat ve Terakki'nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918) Fuat Dündar

(2-) G. K. Başkanlığı "Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri" (1914-1918) cilt ıv

(3-) Steban Sabah-Gülyan (asıl adı, Stepanos Der-Danielyan) 1887'de Cenevre'de kurulan SDHP önderlerinden. 1908 yılında İttihat ve Terakkiyi de eleştiren yazılar yazdı. 1991 yılında yazıları Ermenistan'da kitap olarak basıldı. 20'ler davasında gıyabında ölüme mahkum edildi.  1861 Nahcıvan doğumlu 1927'de ABD'de öldü

(4-) 1912 Yılındaki Osmanlı'daki Seçimler ve Batı Ermenileri Dr.Yeghıg Djeredjıan Beyrut -2007

(5-) Arşavir Sahakyan SDHP'nin Romanya-Köstence'deki 7. kongresine Mısır delegesi olarak katıldı. Osmanlı Emniyetiyle işbirliği yaptı. Osmanlı İmparatorluğu dışında başka devletlerin istihbarat örgütleriyle de çalıştığına ilişkin bilgiler var. 1918 yılında Adana'da Paramaz'ın arkadaşlarınca öldürüldü

(6-) Dr. Yeghıg Djeredjıan arşivi-Beyrut

(7-) G. K. Başkanlığı "Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri" (1914-1918) syf.63

(8-) Sonsuzluğun Yolcuları - Hrant Amiryan ( ilgili bölümlerin çevirisi: Sarkis Hatspanıan)

(9-) Osmanlı İmpratorluğu'nda Sosyalizm ve Milliyetçilik (1876-1923) Mete Tuncay-Erik Jan Zürcher

(10-) Malta Sürgünlerini Nasıl Bilirsiniz - Ayşe Hür

(11-) G. K. Başkanlığı "Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri" (1914-1918)  Osmanlı Sosyal Demokret Hınçakyan Örgütü Ana Tüzüğü syf. 68

(12-) Dr. Yeghıg Djeredjıan arşivi - Beyrut

(13-) Paramaz'la birlikte idam edilenler;

Vahan Boyacıyan, Abraham Muradyan, Aram Açıkbaşyan, B.Torosyan (Dr.Benne), Armenak Hampartsumyan, Sımbat Kılıçyan, Hagop Basmacıyan, Minas Keşiyan, Hrant Yegavyan, Karekin Boğosyan, Yeremya Matosyan, Yervant Topuzyan, Mıgırdiç Yeretsyan, Kegam Vanikyan, Hovhannes Yeğiazaryan, Karnig Boyacıyan, Bogos Bogosyan, Murad Zakaryan, Tovmas Tovmasyan.

Kadir Akın

Ermeni Devrimci Paramaz/ Abdülhamid'ten İttihat Terakki'ye Ermeni Sosyalistleri ve Soykırım (Dipnot), Sosyalizmin Krizi/ Birlik ve Yeniden Kuruluş (Pencere) kitaplarının

Türkiyeli Bir Devrimci, Yoldaş Paramaz

Paramaz ve arkadaşlarının bu topraklarda yaşayan 1 milyona yakın Ermeni’nin sürgün edilmesinin başlangıcı sayılan 24 Nisan tutuklamalarından üç hafta sonra infaz edilmeleri, “büyük felaket”in işaret fişeği gibidir.

Kadir Akın İstanbul - BİA Haber Merkezi14 Haziran 2014, Cumartesi 00:00

  

 

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

http://www.medyagunebakis.com/  - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb -E.mail: okkesb61@gmail.com, okkesb@cagintek.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi, - okkesb@telmar.net,

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

 

Osmanlı Ermenilerinin Bulundukları Yerlerden, Evlerinden Barklarından ‘Savaş Durumu’ Ve ‘Askeri Gerekçelerle' İddiasıyla Kaldırılarak, 1915’te ‘Tehciri’ Der Zor’a Nakledilme Kararı

 

DEİR EZ - ZOR - DER ZOR'U HATIRLAMAK.!

O yollardan ben de geçmiştim; tam bir yıl önce. Üstelik yalnız değildim; her biri bütün mağduriyetlere karşı duyarlı, ötekine yönelen zulüm ve baskı konusunda, hak ihlallerinde, Kürt meselesinde, Ermeni meselesinde verilen mücadelelerin ortasında yer alan on iki kişiydik. Bu yüzden ölüm tehditleri alan, malum çevreler tarafından vatan haini ilan edilmiş olanlar vardı aramızda.
Antakya’dan Halep’e, oradan Şam’a turistik bir gezi yapıyorduk. Göreceğimiz yerler arasında Palmyra antik kenti de vardı ve benim gibi, -oğlumun çok küçükkenki şikâyet dolu sözleriyle: “taş-toprak-yıkıntı” meraklısı biri için gezinin başlıca amaçlarından biri Palmyra harabelerini görmekti.
Halep’ten Şam’a, güneye doğru inerken, doğuya Irak sınırına doğru ayrılan yol umutsuz, insansız, susuz bir taş çölünden geçiyordu. Kum çöllerinin masalsı bir havası, insana sonsuzluk duygusu veren derin bir güzelliği vardır. Taş çölleri ise, sözcüğün bütün olumsuz anlamlarıyla “çöl”dür. Yani yokluk, yoksunluk, korkunç bir sıcak, susuzluk ve ölümü çağrıştırır. 
Artık turistik olmuş, yanı başında beş yıldızlı oteller kurulmuş Palmyra, bu çölü kat ederek Irak sınırına varan yolun üzerindedir. Palmyra’dan çölün içlerine doğru 250 kilometre kadar gidilince Deir ez - Zor’a (Der Zor) varılır. Der Zor, en düşük resmi rakama göre 600 bin, kimi iddialara göre l milyon Ermeni’nin  “tehcir” adı altında ölüme gönderildiği son duraktır. Trabzon’dan, Sivas’tan, Kocaelinden, Malatya’dan, Kayseri’den, Antep’ten; Osmanlı Türkiye’sinin batısından doğusundan, kuzeyinden güneyinden, kadın, çoluk, çocuk, genç, ihtiyar yüz binlerce insanın, -düşünün ki yüzyıl öncesinin koşullarında- bu yolları, bu çölleri aşmaya ve orada ölmeye mahkum edildikleri yer...
Tabii ki pek çoğu o yolları, o çölleri aşamadı. Güneydoğudan tehcir edilenler belki de daha şanslıydılar, yolları daha kısaydı, olsa olsa 500-600 kilometreydi. Daha uzaklardan gelenler, çöle varmadan yollarda kırıldılar, saldırıya uğradılar, öldürüldüler. Yol boyu direklere, ağaçlara asılı kurukafaların, bebek ve kadın ölülerinin fotoğrafları vardır; hiçbiri de fotomontaj değildir, inanın. Son zamanlarda, kabul etmek istemesek de hiç değilse farkına varmaya, öğrenmeye ve konuşmaya başladığımız 1915 kanlı tehcirinin özeti böyledir. İster soykırım, ister büyük felaket, ister can kırımı deyin; işin özü ve acı gerçek hiç fark etmiyor.
Bütün bunları, 24 Nisan’da, Der Zor yolu üzerindeki Palmyra’ya gitmekte olan Cengiz Çandar’ın o çölün ortasında yazdığı duygulu yazısını okuyunca düşündüm. (Radikal, 25 Nisan Pazar, s.11) Ve kendi adıma, vicdanımda derin bir sızı, içimde kendi duyarsızlığıma karşı bir öfke duydum.
Tehcirin, kırımın, kıyımın farkında olduğumu sanan ben, demek ki o çölden geçerken bütün o trajediyi duymamıştım yüreğimde,  Kilometre gösteren yol levhalarında “Deir ez- Zor: 250 km” yazısını gördüğümüzde, grubumuzdan birileri,“Aaa, Der Zor buralardaymış demek, gidilebilir mi acaba” demişti belki, ama uzun uzun üzerinde durduğumuzu sanmıyorum. En azından ben duyarsız kalmışım konuya.
Hep “farkındalık geliştirmek” deyip duruyorum. Suskunlukla, yasaklarla, çarpıtmalarla gerçekler bizden gizleniyor, farkında olmamız engelleniyor falan diye, amiyane tabirle, kafanızı ütülüyorum ya...Bir yıl önce geçtiğim o yollardaki utanç verici kayıtsızlığımı, Palmyra’yı görmeyi Der Zor’u hatırlamaya yeğleyişimi düşününce, farkındalığın da yeterli olmadığını anlıyorum. Anlıyorum ki bir olayın, bir olgunun farkında olmak, bilmek, siyaseten kavramak yeterli değil; yürekle ve vicdanla kavramak gerekiyor. Ancak o zaman o konu sizin parçanız olabiliyor; ancak yüreğinizin derinliklerinde duyar ve vicdanınızın aynasında okursanız, kendi sorumluluk payınız kadar ötekinin durduğu noktayı da anlayabiliyorsunuz.
* * * 
Der Zor yoluyla ilgili iç hesaplaşmamdan, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın 23 Nisan’da koltuğunu çocuk başbakana devrederken söylediği sözlere atladım. Konuşmama başlayabilir miyim, diye soran küçük kıza, “Koltuk/ makam senin; ister as, ister kes” diyor Başbakan. Haberi okuyunca bir an gerçekten de inanamadım, acemi bir gazeteci, başlığa yarım- yanlış bir söz çıkartmış, diye düşündüm. Okuyunca gördüm ki, tastamam bu sözleri söylemiş Tayyip Bey.
Bilmem sizin de başınıza gelmiş midir? Hani bazen insan başkası adına utanır; başkasının söylediği bir söz, yaptığı bir iş karşısında saçlarınızın diplerine kadar kızardığınızı ve terlediğinizi hissederiniz. Bir insan bunu nasıl söyler, nasıl yapar bu kadar utanç verici bir işi duygusunun, olayda hiç payınız olmasa da insan olarak sizi utandırmasından kaynaklanan psikolojik bir tepkidir bu. Siyasilerin çoğunun konuşması sırasında bu duyguya kapıldığım çok olur. Onlar adına utanırım. Bir zeka özürü gibi de görürüm böyle “ayıp” sözleri. 
Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’de çalışan yoksul Ermenileri sınır dışı etme tehdidi böyle bir utanç yaratmıştı bende, sanki kendim söylemişim gibi yerin dibine geçmiştim. “Koltuk senin; ister asarsın, ister kesersin” sözü de aynı oranda utandırdı ve düşündürdü. Demek ki koltuk, yani iktidar makamı insana asma-kesme özgürlüğü veriyor. Demek ki Başbakan iktidar gücünü böyle kavrıyor.Kimse, “Ne var bunu büyütecek, lafın gelişi canım”, falan demesin; kimse, “Başbakah çocuk diliyle konuşmuş, ne var bunda”, demeye yeltenmesin. Asmak-kesmek çocuk dili değildir zaten.
Suriye çöllerinden Ankara’ya Başbakanlığa; Der Zor yolundaki duyarlılık eksikliğimle hesaplaşırkan Erdoğan’ın o talihsiz asma-kesme söylemine nasıl geldiğimi soracak olursanız...
Sorunların farkına varmak ileri bir adım, bir çaba gerektiriyor kuşkusuz. Bir de farkındalığı tetikleyecek, geliştirebilecek bir ortam gerekiyor. Sonra o konuda düşünmeye ve öğrenmeye başlıyorsunuz. Sonra da düşüncelerinizi dile getiriyorsunuz. Başbakan, Türkiye’nin çeşitli sorunlarında, örneğin Kürt sorununda, Ermeni sorununda, özgürlükler ve demokrasi konularında; eğer karşı cepheye asker yazılmamışsanız, gözünüzü iktidar hırsı ve kan bürümemişse, kafanız, zekanız, yüreğiniz büsbütün pas tutmamışsa, yani ille de aka kara demeyi muhalefet sanmıyorsanız, kimi zaman itiraz edilemeyecek güzel sözler söylüyor. Yazarlarla yaptığı toplantıda kendisi yazmamış da olsa, sanki kendi kaleminden çıkmışçasına rahat ve içten okuduğu konuşma metni örneğin... Kürt açılımı henüz “Kürt açılımı” adını taşırken yaptığı barışçı ve çözümden yana coşkulu konuşmalar örneğin... Ve hemen arkasından, asmak-kesmek; Ermenilere yüz yıl sonra bir çeşit tehcir tehdidi; Kürt siyasetçilere yönelik bölücülük dokundurmaları ve çark etmeler...
Giderek daha derin güvensizlik yaratan bu çelişkilerin temelinde, sorunu fark etmekle yetinip içinde duymamak, içselleştirememiş olmak, sadece siyasal bir araç olarak kullanmak, pragmatizm ve siyaseten doğrulukla yetinmek yatıyor.  Kişinin kültürel geleneğinin ve etik dünyasının parçası olmayan, yüreğin en derininde duyulmayan, insanın kimliğinin ve vicdanının ayrılmaz çüzü olamamış, gerçek anlamda içselleştirilmemiş o “şey” bir dudak ucu söylemden ileri gidemedikçe, an geliyor, alışılmış dil ve öz benlik ortaya çıkıveriyor.
Tabii, içselleştirilememiş olsa da telaffuz etmek, söylemek bir adımdır; bunu yadsımıyorum. Bu kadarını bile yapamayan, kem sözle yetininler var çevremizde. Bir adımdır, evet; ama eksik ve güven vermekten uzak bir adımdır. Sadece aklımız ve siyasal hesaplarımız değil, yüreğimiz ve vicdanımız fark edip konuştuğunda varabiliriz insani gerçeğe.

 

 

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

http://www.medyagunebakis.com/  - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb -E.mail: okkesb61@gmail.com, okkesb@cagintek.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi, - okkesb@telmar.net,

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

 

ERMENİ SOYKIRIMI ÖLÜM KAMPLARINI 1915

Khatchig Mouradian, Clark Üniversitesi Holokost ve Soykırım Araştırmaları Enstitüsü’nün Ermeni Soykırımı üzerine çalışan ilk mezunu oldu. Prof. Taner Akçam’ın danışmanlığında ‘Osmanlı Suriyesi’nde Soykırım ve İnsani Direniş, 1915-1917’ başlıklı tezini yazan Mouradian, çalışmasında özellikle soykırım sırasında Suriye’de kurulan ölüm kamplarına odaklanıyor. Şu anda Worcester Üniversitesi’nde ders veren Mouradian’la 1915’in ölüm kamplarını ve soykırımın Suriye veçhesini konuştuk.

Yakın zamanda bitirdiğiniz doktora teziniz, 1915-1916’da Halep ve Der Zor’u ele alıyor. Özellikle bu çerçevede yapılan çalışma sayısı bir hayli kısıtlı. Siz bu konuda ne dersiniz? 

Gerçekten de Der Zor’dan çoğu zaman Ermeni Soykırımı’nın Auschwitz’i diye bahsedilse de I. Dünya Savaşı sırasında orada ne olduğunu gösteren ve anlatan akademik çalışmalar bulmak çok zor. Osmanlı, kamp nüfusuna dair detaylı kayıtlar tutmuş olsa da bu kayıtlar araştırmacıların erişimine açık değil. Ayrıca, Ermeniler Halep’ten ve kampların olduğu diğer yerlerden de sürgün edilince, Batılı diplomatların ve misyonerlerin yaşananlara tanık olma -ve yardım etme- imkânı ortadan kalktı. Kamplara dair bilgi edinmenin tek yolu, sürgün edilenler ya da kılık değiştirerek kampa girmeye cesaret edip orada yardım (çoğunlukla maddi) dağıtan ve koşulları araştıran kişilerle konuşmaktı. Yine de diplomatik kayıtlarda ya da misyonerlik belgelerinde buna benzer çok az anlatım var.

Bu çalışmanız boyunca hangi kaynaklardan yaralandınız?

Tezimde, Halep’te, Resulayn’daki toplama kamplarında ve Meskene’den Der Zor’a Fırat nehri kıyısı boyunca yaşanan gelişmelerin çok yönlü bir anlatımını sunuyorum. Bunun için çok azı keşfedilmiş bol miktarda Ermeni belgeleri ve anlatımları detaylı bir şekilde inceledim. Bunlardan en önemlisi, soykırımın hemen ardından Aram Andonyan tarafından bir araya getirilmiş röportajlar ve soykırımdan kurtulanların tanıklıkları; bu belgeler şu anda Paris’teki Nubar Kütüphanesi’nden bulunuyor. Andonyan’ın Suriye’deki Bab, Meskene, Rakka, Hamam, Der Zor ve diğer kamplara dair belgeleri kimi zaman çizimler ve haritalar da içeriyor ve tüm bunlar paha biçilemez bir kaynak teşkil ediyor. Halep’teki Ermeni Episkoposluğu’nun ve onun Mülteci Konseyi’nin (Kaghtaganats Joghov) sürgün edilenlerle ilgilenmek üzere hazırladığı raporlar, tutanaklar ve defterler bazı kanıtlar sağlıyor. Raporlar kampların kuruldukları ilk haftadaki koşullarına ışık tutuyor, kasabalarda ve soykırımın ilk aylarında Halep’teki kampta bulunan sürgünlerin detaylı bir listesini sağlıyor. Sürgünlerin koşullarını konuşmak, ihtiyaçlarını belirlemek ve onlara yardım etmek için her gün toplanan Komite’nin tutanakları, Osmanlı’nın dört bir yanından Suriye’ye gelmiş binlerce Ermeni’nin hayatının kurtarılmasında etkili bir rol oynayan bir komitenin harekat üssüne göz atmamızı sağlıyor. Komite’nin savaş sırasında ve sonrasındaki gelirlerinin ve harcamalarının kayıtlarının özenle tutulduğu defterler de sürgünlerin ihtiyaçlarını ve cemaatin savaşın farklı evrelerinde bu ihtiyaçları ne ölçüde karşılayabildiğini gösteriyor. Sürgünlerin günlük ve anılarındaki anlatımlar, soykırım sırasındaki Osmanlı Suriyesi’ni anlamak için başka bir önemli kaynak teşkil ediyor.

Kullandığınız Ermenice kaynaklar alana ne gibi yenilikler sunuyor?

Çalışmamda, Osmalı arşivleri ile diplomasi ve misyonerlik belgelerden edindiğim kanıt parçalarını Ermeni kaynaklarıyla birleştirerek, faillerin eylemlerini ve yeraltındaki yardım ağlarının onlara direnmek için gösterdikleri çabaları anlamak için elzem olan bir zaman ve mekanın tarihini yeniden oluşturdum. Osmanlı’daki organize Ermeni yaşamının yok edilişi sırasında ve sonrasındaki yıllarda, hayatta kalanlar bir uygarlığın yok edilmesine yönelik bu çabanın kaydını özenle tuttular. Bu kayıtların eksiksiz bir incelemesini yapmadan Ermeni Soykırımı’na dair tarih yazımındaki önemli sorular cevapsız kalacak ya da daha kötüsü, yaşananlar faillerin tuttuğu Osmanlı arşivlerindeki kayıtların sadece araştırmacılara açılan kısmını üzerinden görülecektir. Benim çalışmam Ermeni kaynaklarının doğruluğunun kanıtlanmasına yardımcı olarak; soykırım kurbanlarının ve hayatta kalanların sesini -ve aracılığını- yeniden ortaya koyuyor.

Suriye’deki kamplar bir yandan ölüm kampları olarak anılırken, bir yandan da izin alabilen insanların Halep’e gidebildiği yerler olarak gösteriliyor. Bu anlamda, nasıl yerlerden söz ediyoruz?

Farklı kamplar farklı amaçlara hizmet ediyordu: Mola yerleri, geçiş kampları, toplama ve çalışma kampları ve imha mekanları. Bu kampları şöyle özetleyebiliriz. Osmanlı görevlileri Ermeni sürgünlerin tehcirini ve nereye yerleşeceğini detaylı bir talimatnamede ana hatlarıyla belirlemişti. Bu talimatname, Urfa, Der Zor ve Halep’te Ermenilerin yerleşmesi için belirlenen yerlerdeki idari çerçeveyi ortaya koyuyor. Talimatname, mola, geçiş ve yerleşim yerleri detaylı tasvirlerine yer veriyordu. Kadınlara, çocuklara ve hastalara özellikle dikkat ederek, konvoylar için gerekli yiyecekler, ulaşım araçları, konfor ve güvenlik önlemleri; geçici barınaklar, konut, ekilebilir alan, besi hayvanı ve fakirlere yardımı kapsayan bir içeriğe sahipti. Bu yazılı kararların sahadaki durumla büyük bir tezat oluşturduğunu söylemek bile az kalır. Mahrumiyet, açıkta kalma, taciz ve tehlike, tehcir ve yerleştirme sürecinin temel unsurlarıydı. Yerleştirme, yüz binlerce insanı çöldeki korumalı toplama kamplarında kaderlerine terk etmek için kullanılan bir hüsnütabirdi. Talimatnamede, geçiş kampları ve yerleşim bölgeleri olarak belirlenen yerler arasındaki fark pratikte net değildi. Teoride, sürgünler yerleşme ayarlamaları yapılana kadar, kısa bir süreliğine geçiş kamplarında kalacaktı. Bu ayarlamalar çoğunlukla hiç yapılmadı ve geçiş kampları kalabalık bir kalıcı nüfusu olan, sürekli yeni kişilerin geldiği ve az sayıda konvoyun da terk ettiği fiili toplama kamplarına dönüştü. Dolayısıyla kamplar, tasfiye edilene kadar katlanarak büyüdü.

Bu kamplar nasıl ‘boşaltıldı’?

Osmanlı Suriyesi’ndeki kampların boşaltılması aşama aşama gerçekleşti. ‘Boşaltma’ terimini dikkat ederek kullanıyorum. Bu kampların çoğu, çekirdek bir kadro ve kamptakilerin çoğu zorla çıkarıldıktan aylar sonra bile orada kalan birkaç yüz sürgünle birlikte çalışmaya devam etti. Bölgedeki kampların tamamen kapatılması için İttihat ve Terakki görevlilerinin gelmesinin gerektiği en azından bir örnek var. Nispeten daha küçük olan diğer kamplar da sakinlerinin topluca göç ettirilmesinden kısa süre sonra yok oldu. Neticede, kamp nüfusunun büyük bir kısmı, yani yüz binlerce Ermeni, 1916’da Der Zor bölgesinde gerçekleşen ikinci dalga katliamda yok edildi.

Tarihçi Raymond Kevorkian, Osmanlı Suriyesi’nde Şubat ve Mart 1916'da soykırımın ikinci evresinin yaşandığını söylüyor. Siz de bunu destekliyor musunuz?

Çalışmamda, ‘ikinci evre’nin aslında Ekim 1915, Kasım 1915 ve sonra da 1916 baharında verilen bir dizi kararla ayrılan üç ayrı aşamadan oluştuğunu iddia ediyorum. Bu kararlar, 24 Nisan 1915’tekilerle benzer bir yol izliyor ki, bu da 1915-1916 boyunca merkezi olarak koordine edilen çabalar olduğu fikrini destekliyor. Her aşamada, dini ve sivil kurumlar hedef alındı; dini ve seküler liderler hapsedildi, sürüldü ya da öldürüldü ve insanlar zorlu ve sert, bazen de tümden düşman çevrelerin yaşadığı yerlere gönderildi.

1916’nın ilk aylarında uygulanmaya başlanan bir dizi karar, Suriye çölündeki Ermeni nüfusu öldürmek için son bir koordineli çaba olduğuna işaret ediyor. Mart 1916’da, sürgünlere yardım edilmesine katı bir yasak getirildi ve sürgünlere iyi davranan Kaymakam Ali Suat Bey görevinden alındı. Ayrıca yine Mart ayında, yetkililer Resulayn Kampı’ndakilerin yeniden tehcir edilmesini hızlandırdı. Der Zor ve Musul yönüne hareket eden iki konvoy katledildi. Korkunç olsa da, Resulayn, ardından gelen Der Zor katliamı için bir deneme uygulaması gibi görünüyor. 1916 baharında ve yaz başlarında yetkililer sürgünleri kamptan Fırat boyunca Der Zor’a doğru yürümeye zorladılar. Yeni kaymakam Salih Zeki, hayatta kalan sürgünleri yok etmekle görevlendirilmişti. Bu amaçla, jandarmalarına yardımcı olması için yerel aşiret reislerini ve Çerkes birlikleri toplamak üzere bölgede bir tura çıktı. Sonra da Der Zor’daki sürgünler arasında bulunan rahipleri, seçkinleri ve aydınları tutukladı ve bölgede kalan son Ermenileri son bir tehcire zorladı. Tutuklu cemaat liderlerinin ailelerinin de bulunduğu ilk grup, Temmuz ortasında Der Zor Köprüsü’nün Cezire kısmına bırakıldı. İrili ufaklı 12 konvoy, onları takip etti. Jandarmalar ve haydutlar bu sürgünlerin çoğunu çölde katletti. Zeki Bey bu süreci, çoğu zaman bizzat olmak üzere izliyordu.

Merkezi yönetim Der Zor’a varmayı başaran Ermenilerle sonra ilgilenmeyi mi düşünmüştü, yoksa o Ermenilerin kaderi tehcir kararı verildiğinde belirlenmiş miydi?

Dahiliye Nazırı Talat’ın önceliği, Ermeni bölgeleri ve Kilikya’daki Ermeni topluluklarının yok edilmesiydi. Yüz binlerce Ermeni’nin imparatorluk çapında yürütülen tehcir ve katliamdan kurtulacağını muhtemelen beklemiyordu. Ne var ki, doğudaki ve merkezdeki bölgeler Ermenilerden arındırılınca Talat dikkatini Suriye’ye çevirdi. O zamana kadar, imparatorluk çapındaki tehcir ve katliamları yöneten İttihat liderleri, ‘güneydoğu Halep, Der Zor ve Urfa’daki bölgelere’ varmayı başaran sürgünlerle ilgilenmemişti. Talat, sürgünleri Der Zor’a göndermenin ölümle eşdeğer olduğunu çok iyi biliyordu. Muhtemelen daha fazla bir şey yapmak gerekmeyecekti. Fakat Ermenilerin kendilerine yetebileceğini öngöremediler. İnsani direniş ağı, Halep’teki binleri himayesi altına aldı ve Suriye’nin çeşitli yerlerindeki binlerce kişinin hayatını kurtardı. Sürgünlerden çoğunun her gün binlerce kişinin hastalıktan, mahrumiyetten ve şiddetten öldüğü kamplarda süründüğü doğru olsa da, Ermeniler yok olmamıştı. Bu nedenle 1916’da ikinci tur katliamlar başladı.

İnkârcı çalışmalar, amacın Ermenilerin öldürülmesi olmadığını kanıtlamak için Der Zor’da kurulan hastane ve yetimhaneyi öne sürüyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Ermeni Soykırımı’nın temel öğelerinden biri, tutuklama, tehcir, zorla Müslümanlaştırma ve toplu katliamdan oluşan kötücül bir atmosfer içinde organize Ermeni hayatını merkezi planlı bir şekilde yok etmekti; bu uygulamalar yerel özelliklere ve amaca özel önlemlere uyarlanıyordu. İnkârcı tarihçiler, bir belgeyi diğerlerinden ayırıp ya da belirli bir zaman ve mekanda gerçekleşmiş bir olayı belirleyip bunu tüm zaman ve mekanları kapsayacak şekilde genelleştirir ve alternatif bir dünya yaratır. Der Zor’a bakarsak, 1915 kışında büyük bir yetimhane kurulmuştu. Faaliyete geçtiği ilk gün olan 14 Kasım’da, 2 ile 12 yaşları arasında 470 yetimin kaydı yapıldı. Birkaç gün içinde bu sayı 1700’e yükseldi. Bu yetimler, yetkililerin doğrudan gözetimi altında Ekim 1916’da katledildi.

Daha sonra yetimleri katledeceklerse neden bir yetimhane kurdular?

Tabii ki akla ilk gelen soru bu. Ermeni Soykırımı, Holokost ya da diğer soykırımlarda olduğu gibi, dış etkilerden kopuk bir şekilde, tüm imparatorlukta eşzamanlı olarak birebir aynı şekilde uygulanmadı. Beklenmedik ya da bölgelere mahsus durumlar vardı. Faillerin bir gecede 2 milyon insanı öldürmesi mümkün değildi. Bırakın bir dünya savaşı sırasında yapmayı, bunu barış zamanında bile yapamazlardı. Bu yüzden yer değiştirme ya da yeniden yerleştirme gibi hüsnütabirler kullandılar. Unutmayalım ki, nihai amaçları, yok etmeyi kontrollü ve reddedilebilir bir şekilde gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapmaktı.

Cemal Paşa, insanlığı kurtarmak için Ermenilerin öldürülmesi gerektiğini savunuyordu’

Ermeni Soykırımı üzerine çalışmalarda Cemal Paşa’nın rolü halen tartışmalı. Onun soykırımı desteklemediğini ve Talat Paşa’nın kararlarına direndiğini iddia eden çok sayıda araştırmacı var. Siz Cemal Paşa hakkında ne düşünüyorsunuz?

Richard Pratt’ın Amerika Yerlileri için kullandığı sözleri kullanacak olursak, Cemal Paşa, insanlığı kurtarmak için Ermenilerin öldürülmesi gerektiğini savunuyordu. Dini kurumların altını oyarak, Ermeni topluluklarının kültürel dokusunu bozma politikalarını başlattı ve saldırgan bir şekilde uyguladı. Ermenice eğitimi yasakladı ve Müslümanlaştırmayı teşvik etti. Üst düzey görevlilerinden biri olan Ali Fuad Erden’in sözleriyle, “Cemal Paşa insanlar tarafından sevilmeyi seviyordu; popülerliği seviyordu.” Bu nedenle, birçok sürgüne inandırıcı gelen insancıl bir imaj çizdi; bu sürgünler, Cemal’in Talat’ın emirlerine rağmen onlara yardım edeceğini düşündü ki, bu doğru değildi. Neticede Cemal, şahsi ilişkiler kurduğu, birlikte çalıştığı ve güvendiği Ermenileri, bir millet olarak Ermenilerden ayrı tuttu. İlişkisi olan Ermeniler için eylemleri merkezden gelenlerinkiyle uyumlu olmasa da, diğerleri için genellikle İstanbul’un politikalarının yaratılmasında rol almasa da bunlara inanan ve isteyerek uygulayan biriydi.

 

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

http://www.medyagunebakis.com/  - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb -E.mail: okkesb61@gmail.com, okkesb@cagintek.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi, - okkesb@telmar.net,

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

 

 

Fransa’da kabul edilen Ermeni Soykırımı’nın inkârına cezayi müeyyide öngören yasayla birlikte resmi tarih tezinin 1915 masalları medya ve kamuoyunda yeniden gündeme geldi. 1915 ile ilgili ‘resmi iddiaları’ 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuç resmi tarih savunucuları açısından vahim: Bu çürük tezlere dayalı resmi anlayışla Türkiye uluslararası alanda kimseye hiçbir şey anlatamaz. Kaldı ki Türkiye’de de artık “Bu masallara karnımız tok” diyenlerin sayısı giderek artıyor.

Televizyon kanallarında ya da gazete köşelerinde Fransa’ya öfke kusan resmi tarih savunucuları yıllardır kamuoyunun artık ezberlediği iddialarını üstümüze boca etmeyi sürdürüyorlar. İfade edenin tarzına ve üslubuna göre farklı şekiller alıyor olsa da resmi tarihin 1915 Ermeni Soykırımı ile ilgili temel iddialarını 10 başlıkta topladık. Her iddiayı, üstünde hiçbir tartışma ya da şüphe olmayan tarihsel veriler eşliğinde değerlendirdik. Ortaya çıkan sonuca baktığımızda, Dışişleri yetkililerine naçizane bir tavsiyemiz var: Bu resmi tarih tezlerine güvenip uluslararası tarih komisyonu filan kurmaya kalkıp da kendinizi dünyaya güldürmeyin.

 
‘İsyan ve ihanet’

Osmanlı devleti ‘tehcir’ kararı aldı, çünkü Ermeniler devlete karşı isyan edip, düşman devletlere yardım ettiler.

Bu iddiaya göre, imparatorluğun dört bir yanında ayaklanan Ermeniler, İtilaf Devletleri’nin saflarına geçmek suretiyle Osmanlı’yı sırtından hançerlediler. Dört tarafı düşmanlarla sarılan Osmanlı devleti, “Hainleri savaş bölgelerinden uzağa naklederek” her devletin yapması gerekeni yaptı.

‘İsyan ve ihanet’ argümanı hakkında siyaset felsefesi açısından pek çok şey söylenebilir elbette ama tarihsel açıdan bakıldığında bu iddianın dayanağı yok. Söz konusu ‘isyan’lara öncülük yaptıkları iddia edilen Ermeni örgütlerinin savaş sırasında aldıkları kararlara, uyguladıkları siyasetlere bakıldığında, bu apaçık görülür.

İttihat ve Terakki Hükümetinin I. Dünya Savaşı’na katılma kararı vermesinin hemen ardından İstanbul’da toplanan Ermeni Milli Meclisi, Ermenilerin savaş sırasında Osmanlı hükümetine sadık kalacağını ve askeri ihtiyaçlar da dahil olmak üzere devletin her türlü ihtiyacına imtina etmeden koşacağını ilan etti.

Resmi tarihte adı ‘ihanet’le eşanlamlı kullanılan Taşnaktsutyun ise 12-14 Ağustos 1914 tarihleri arasında Erzurum’da düzenlenen 8. Kongresi’nde Osmanlı Ermenilerinin savaşta kendi devletlerinin yanında yer alacağını belirtti.
21 Ağustos 1914 tarihinde düzenlenen Hınçak Partisi’nin 3. Kongresi de herhangi bir isyan çağrısı yapmadı. Tam tersine Hınçak üyeleri savaşın İttihat ve Terakki’nin dağılmasına yol açarak ülkeyi sarsabileceğini, Ermenilerin durumunu kötüleştirebileceğini savunarak, savaş ortamından duydukları rahatsızlığı tarihe not düştüler.

İsyan argümanları, resmi tarih tezince Dörtyol ve Zeytun civarında Şubat 1915’te gerçekleşen çatışmalarla örneklendiriliyor. Bu olaylara ilişkin belgeler incelendiğinde, bu çatışmaların asker kaçakları ile Osmanlı jandarması arasında cereyan eden çarpışmalar olduğu görülüyor. Bu olaylar, zamanın Osmanlı idarecileri tarafından dahi ‘genel bir isyan haliyle’ alakasız görülmekteydi. Bu noktada, bölgedeki asker kaçaklarının sadece Ermenilerden oluşmadığını, farklı etnik-dinsel gruplardan kaçakların jandarmayla çatışmaya girdiklerini de unutmayalım. Bölgedeki Ermeni köylüler ayaklanmak bir yana, bu kaçakların teslim olmaları konusunda arabuluculuk yaparak devlete yardımcı oluyorlardı. Buna rağmen ilk sürgün bu bölgede gerçekleşti.

‘Tehcirin nedeni Van isyanıdır’

Van’da kitlesel bir Ermeni isyanı gerçekleşti. Savaş koşullarında İttihatçı hükümet tehcirden başka acil bir çözüm bulmadı.

Evet, diğer bölgelerin aksine Van’da Ermeniler gerçekten ayaklandılar. Öte yandan, Van’daki ayaklanmalar soykırım kararının alınmasından ve uygulamaya sokulmasından sonra başladı. Ayaklanmanın başlamasından önce ve ayaklanma sırasında Van valisi Cevdet Bey’in bölge halkına çektirdiği zulmün ayrıntıları hem Osmanlı belgelerinde, hem de resmi tarih anlatısı içindeki kitaplarda bulunabilir.

Dönemin Erzurum valisi Tahsin Bey durumu “Van’da ihtilal olmazdı ve olamazdı. Kendimiz zorlaya zorlaya şu içinden çıkamadığımız kargaşalığı meydana getirdik ve Şark’ta orduyu müşkül duruma soktuk” sözleriyle ifade ediyor.

İsyan argümanında dikkati çeken bir diğer nokta, Ermenilerin gönüllü birlikler oluşturmak üzere Rus ordusuna katılarak Osmanlı’yı arkadan hançerledikleri iddiasıdır. Bu iddiayı savunanlar gönüllü birliklerin Osmanlı vatandaşı olmayan Kafkas Ermenilerince kurulmuş olduğu gerçeğini özenle gözlerden kaçırmaya çalışıyorlar. Kafkasya Ermenileri Osmanlı’yı ‘arkadan vurmuş’ olamazlar, zira onlar Osmanlı değil Rus vatandaşıydı.
 
‘Soykırım başka tehcir başka’

Soykırım değil, tehcir kararı alındı. Tehcir savaş bölgesiyle sınırlıydı. Her türlü tedbire rağmen doğal koşullardan ya da çetelerin saldırılarından kaynaklanan ölümler yaşandı.

Resmi tarih anlatısı yüz binlerce insanı ‘nakliye zaiyatı’ olarak tanımlamakta sakınca görmez. Üstüne üstlük, Osmanlı’nın savaş hengâmesinin ortasında dahi tehcir sürecini titizlikle yürüttüğünü, kafileleri korumakla görevli birimler görevlendirdiğini iddia eder. Osmanlı arşivlerinde bulunan belgeler ise bambaşka bir tarihsel gerçekliğe işaret ediyor. Bu belgelerde Osmanlı hükümetinin sürgün yollarının güvenli olmadığı konusunda defalarca bilgilendirildiği, kafilelere yapılan saldırılardan ve meydana gelen ölümlerden haberli olduğu ve hiçbir önlem almadan sürgünlere devam ettiği açıkça görülüyor.

“Tehcir” kararını insani duyarlılıkları sebebiyle uygulamak istemeyen vali, mutasarrıf ve kaymakamların önerileri dikkate alınmadı. Bu insani duruşta ısrar eden devlet görevlileri görevlerinden alındı, kızağa çekildi ya da Teşkilat-ı Mahsusa’nın düzenlediği cinayetlere kurban gittiler. “Bir ‘sevk’ talimatnamesini uygulamamak için hangi idareci canını ortaya koyar?” sorusu, resmi tarih anlatısında cevap bulmak bir yana, dikkate dahi alınmıyor.

Resmi tarih anlatısına göre, bu sevk kararı imparatorluk için güvenlik tehdidi oluşturan Ermenilerin Osmanlı’nın güvenliğini tehdit etmeyecekleri bir bölgeye sürgün edilmeleri için alınmıştı. Öte yandan, Ermeniler bir yabancı devletle asgari seviyede iletişimde bulunabilecekleri, Osmanlı’ya ‘hıyanet’ etme kapasitelerinin en az olduğu, Kayseri, Eskişehir gibi bölgelerden dahi sürülmüşlerdir. Sürüldükleri Suriye bölgesi aslında Fransızların uzun yıllardır kendilerine müdahale alanı yaratmaya çalıştıkları, savaşın ve emperyal oyunların tam göbeğinde bir bölgedir. Der Zor’un nasıl bir stratejik analizle Kayseri’den, Muğla’dan, Kastamonu’dan daha güvenli, dış çevreye daha kapalı sayılabileceği resmi tarih anlatısının ‘çözülememiş gizemlerinden’ biridir. Bu da meselenin bu politikaların bir güvenlik tedbiri olarak “tehcir” şeklinde tanımlanamayacağını gösteriyor.

‘Kötü muamele cezasız kalmadı’

Tehcir edilen Ermenilere kötü muamele edenler devlet tarafından cezalandırıldı

Resmi tarih anlatısına göre Talat Paşa tehcirde suiistimalleri olan kişilerin yargılanmasında bizzat öncülük ederek, idamlarına zemin hazırlamıştır. Bazılarına göre, bu yargılamalar devletin soykırım kararı almadığını gösteriyor. Savaş sırasında Talat Paşa’nın bazı görevlileri Divan-ı Harb-i Örfi yoluyla soruşturduğu, yargıladığı ve hatta bazılarını idam ettirdiği doğrudur ama yapılan soruşturmaların hiçbirinin nedeni işledikleri cinayetler ya da yaptıkları katliamlar değildir. Bu soruşturmalarda hedef alınan kitle yolsuzluk yapanlardır. Devlet, tehcir kararıyla birlikte Ermenilerin geride bıraktıkları malların devletin kontrolünde olduğunu bildirmiştir. Alınan karara göre, bütün mülkler komisyonlar aracılığıyla kayıt altına alınacak ve bizzat devlet tarafından idare edilecekti. Devlet bu mülklerin özel amaçlar için kullanılmasını engellemek üzere devlet memurlarının Ermenilere ait mallara el koymalarına yasak getirmişti. Buna rağmen, pek çok yerel idareci ve memur Ermenilerin mallarını zimmetlerine geçirdiler. Osmanlı Hükümeti malları kendi ihtiyaçları doğrultusunda kullanmak istediği için malların kontrolü sırasında suiistimalleri olanları ve malları yağmalayanları yargıladı. Bu yargılamalar için üç soruşturma komisyonu oluşturuldu.

Yargılamalar esnasında katliamlarla ilgili sorular gündeme getirilmedi. Yalnızca yağma ve zimmete geçirilen mallarla ilgili sorular soruldu. Bu soruşturmaların raporlarından birinde, gördüğü cinayetleri anlatan bir şahidin komisyon başkanı tarafından azarlandığı, sadece yolsuzlukla ilgili sorulan soruya cevap verilmesinin istendiği ve ısrarla cinayetlerden bahsettiği için dışarı atıldığı kayıt edildi.

Bu yargılamalar sırasında Çerkez Ahmet ve Yakup Cemil gibi bazı Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri de idama mahkûm edildi. Fakat bunların idam edilmelerinin gerekçesi Ermenileri katletmeleri ve eşyalarını gasp etmeleri değildi. Çerkez Ahmet ile ilgili olarak Talat Paşa’nın Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta “Kendisinin imhası her halükârda gereklidir. Aksi takdirde ileride çok zararlı olabilir” deniyor. Yakup Cemil’in idam edilme gerekçesi de İttihatçı yöneticilere karşı darbe organize etmeye çalışmasıdır. Kısacası, İttihatçı hükümet Teşkilat-ı Mahsusa içerisinde yer alan çete reislerinin gelecekte kendisi için tehdit oluşturmaları olasılığını bu yargılamalar yoluyla ortadan kaldırmak istedi.

‘Devlet şefkat elini uzattı’

Osmanlı devleti tehcir edilenlere her türlü yardımı yaptı, sürüldükleri yerlerde iş bulmaları için önayak oldu

Bu iddiaya göre Ermenilere maddi olarak ciddi yardımlar yapıldı, kendilerine sürgün bölgelerinde araziler verildi ve hatta el konulan mallarının satış bedelleri kendilerine iade edildi. Bu teze kanıt olarak tehcir talimatnamesi ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek belge öne sürülüyor.

Osmanlı Devleti sürülen Ermenilere maddi açıdan yardım etmek bir yana, tehcirin maliyetini bile Ermenilerin geride bıraktıkları mallar üzerinden, yani ‘emval-i metruke bütçesi’nden karşıladı. İaşe ve iskândan sorumlu Şükrü Kaya, Talat Paşa’ya Ermenilerin kitlesel olarak kendi sürgünlerini finanse etmeleri fikrini önerdi. Talat Paşa da Ekim 1915’te bu öneriyi onayladı. Öte yandan, Ermeniler sürgün sırasında rüşvet vermekten ve gasp edilmekten dolayı mali açıdan tükendiler. Bu nedenle, İttihat Terakki yönetimi, finansman politikasını değiştirdi ve tehciri emval-i metruke aracılığıyla finanse etmeye başladı.

Osmanlı devletinin Ermeni mülklerini idare etme biçimi, Ermenilere ait malların satış bedellerinin sahiplerine iade edildiği iddiasının temelsizliğini ortaya koyuyor. Devlet bu mülklerin bir kısmını, kapış kapış kapışılacak fiyatlarla şaibeli açık artırmalarla satışa sundu. Önemli bir kısmını ise devletin kendi ihtiyaçlarının karşılanması, orduya giysi ve iaşe temin edilmesi, muhacirlerin iskân edilmesi gibi amaçlarla kullanıldı. Devlet idarecilerinden sıradan halka kadar geniş bir kesim söz konusu mülkleri yağmalayıp gasp etti. Bu tarihsel bilgiler ışığında, Osmanlı Devleti’nin sürgün ettiği Ermenileri ekonomik açıdan yıkıma uğrattığı inkâr edilemez.

‘Ölü sayısı abartılıyor’

Tehcir edilenlerin sayısı 500 bindir. 200 bin kadar ölüm vardır.

Tehcir edilenlerin ve insani kaybın sayısını az gösterme eğilimi Murat Bardakçı’nın Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi’ni yayımlamasıyla sekteye uğradı, zira Talat Paşa’ya göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı resmi tarih anlatısının çok üzerindedir. Talat Paşa tehcir sırasında vilayetlere telgraflar çekerek, vilayetlerden ne kadar Ermeni’nin sürüldüğüne ve ne kadar Ermeni’nin kaldığına ilişkin bilgileri iletmelerini istedi. Paşa’nın listesine göre tehcir edilen Ermenilerin sayısı 924 bin 158’dir. Bu listede İstanbul, Van, Antalya, Eskişehir ve Urfa gibi Ermenilerin tehcire uğradığı bazı vilayetlerin eksik olduğu düşünülürse, bu sayının daha da yüksek olması beklenebilir.

Resmi tarih anlatısının baz aldığı 500 bin rakamı, Suriye çöllerindeki kamplara ulaşabilen Ermenilerin sayısıdır. Bu belgelerin savaş koşulları altında yazıldığı ve önemli arşiv belgelerinin yok edildiği dikkate alındığında tehcirle ilgili kesin sayılara ulaşmanın mümkün olmadığı söylenebilir. Böyle bir çabaya girişmenin ne denli manidar olduğu da ayrıca sorgulanabilir. Öte yandan, Talat Paşa’nın kara kaplı defteri temel alındığında dahi 400 binden fazla Ermeni’nin sürgün bölgesine ulaşamadığı çok açıktır.

‘Tehcir savaş bölgeleriyle sınırlıydı’

Tehcir kararı Mayıs ayında uygulanmaya başlandı, ilk olarak savaş bölgelerinde uygulandı.

İlk tehcir kararı Mayıs değil, Şubat ayında uygulamaya konuldu. Zeytun ve Dörtyol bölgelerindeki Ermeniler asker kaçaklarıyla mücadele bahane edilerek iç bölgelere sürüldüler. Bu uygulamanın ilk etabında Dörtyol civarındaki Ermeniler Konya’ya tehcir edildi. 8 Nisan 1915 tarihiyle birlikte Zeytun ve Maraş’taki Ermeniler de iç bölgelere sürülmeye başlandı. Tehcirin birinci safhasındaki bu sürgünlerin geçici savaş tedbirleri olmadığı Nisan ayının ortasında Ermenilerden boşalan yerlere Müslüman muhacirlerin yerleştirilmesinden anlaşılmaktaydı. Haziran 1915’te nüfusu Müslümanlaştırılan Zeytun’un adı da Süleymanlı olarak değiştirilmişti. Sürgünlerin aylar öncesinden başladığının bir diğer kanıtı da 31 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilen Meclis-i Vükela kararıdır. Bu kararda tehcir uygulamasından bahsedilirken “nakl-ü iskanına mübaşeret ve devam edilmekde” deniyor, yani bu tarih itibariyle tehcir uygulamasına zaten başlanmıştı. Tarihsel belgeler incelendiğinde tehcir yasasının uygulamanın başlamasından sonra geçirildiği çok açıktır. Tehcirin kanunlaştırılması, diğer ülkelerin sürgünlerle ilgili haberlere tepki vermeye başlamaları, hatta Osmanlı yöneticilerinin yaşanan kırımlardan sorumlu tutulacağına ilişkin notalar vermeye başlamalarından sonra oldu. Bu tepkiler karşısında Talat Paşa hali hazırda devam eden bu uygulamaya yasal bir kılıf uydurma çabasına girdi ve olayların sorumluluğunu kendi üzerinden atarak bir hükümet meselesi haline getirmeye çalıştı.

‘Ermeniler rahat edecekleri bir yere gönderildi’

Ermeniler çöle değil, imparatorluk coğrafyası dahilinde olan Suriye’nin yerleşime elverişli bir bölgesine, verimli topraklara gönderildi

Der Zor’un yerleşime elverişsiz çöl niteliğinde bir bölge olduğunu Osmanlı idarecilerinin de bildiği, Osmanlı arşivinde bulunan çeşitli belge ve raporlardan anlaşılıyor. 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çeşitli coğrafyalardan sürülen ya da göç eden Müslüman muhacirleri iskân etme sorunuyla karşı karşıyaydı. Osmanlı idarecileri bu muhacirlerden bir kısmının Der Zor bölgesinde iskan edilip edilemeyeceğini soruşturmaya başlamışlardı. Eski Der Zor mutasarrıfı Lütfi Bey bölgenin iskâna elverişli olmadığını belirten bir rapor hazırladı. Çöl niteliğindeki bölgelerin yerleşime elverişsizliğinin Osmanlı idarecileri için ne kadar gündelik bir bilgi olduğu mecliste yaşanan tartışmalardan da anlaşılmaktadır. Müslüman muhacirlerin Ege ve Trakya bölgesindeki Rum köylerine yerleştirilmesini eleştiren mebus Emanüelidi Efendi, Üsküdar’dan Basra’ya kadar boş bir sürü arazi olduğunu belirtmiş ve muhacirlerin buraya yerleştirilmesini önermişti.

Talat Paşa bu öneriyle ilişkili olarak “Bu muhacirleri dedikleri gibi oralara gönderip çöllere serpecek olsaydık oralarda cümlesi açlıktan ölecekti” diyerek çöl bölgelerinin iskân için ne derece uygunsuz olduğunu itiraf etmişti. Aynı Talat Paşa 10 ay sonra Ermenilerin Der Zor’a sürülmesine bizzat karar verdi.

‘24 Nisan kurbanları masum değildi’

24 Nisan 1915’te tutuklanan Ermeni aydınlar toplumu isyana teşvik eden komitacılardı.

Bu iddiada sözü edilen 240 kişi, Ermeni ileri gelenlerine karşı düzenlenen bir operasyonla tutuklandılar. Birkaç gün içerisinde sayıları 2345’e ulaşan tutuklamalarla Ermeni mebuslardan şairlere Ermeni toplumunun deyim yerindeyse ‘beyni’ hedef alındı. Bu kişiler tutuklanmalarını takiben Ayaş ve Çankırı’ya sürüldüler. Haklarında hiçbir yargısal süreç başlatılmayan tutuklulardan 761’i öldürüldü. İlk etapta tutuklananlar arasında II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren İttihat Terakki ile çeşitli ittifaklar yapan ve yasal parti statüsündeki Taşnaktsutyun ve Hınçak partilerinin üyeleri de vardı. Fakat tutuklanan kişilerin hepsi bu örgütlerin üyesi değildi. Bazılarının hiçbir örgütle ilişkisi yoktu. Bu kitlesel tutuklamaların hedefinde Ermeni toplumuna yönelik imha politikasının onlar tarafından uluslararası kamuoyuna aktarılmasını önlemek bulunuyordu.
 
‘İttihatçılar uluslararası düzeyde yargılanıp aklandı’

İttihatçılar Malta süreci ile soykırım suçundan uluslararası düzeyde aklanmış oldu.

Bu iddianın güçlendirilmesi amacıyla Yahudi Soykırımı’nda rolü olanların yargılandığı Nürnberg mahkemeleri ile Malta ‘yargılamaları’ eş tutuluyor. Oysa Malta yargılamalarının seyri bu iddiayı daha ilk bakışta çürütüyor. Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra toplanan Paris Barış Konferansı’nda İngiltere’nin ısrarıyla Osmanlı’daki savaş suçlularının yargılanmasına savaşın hemen ardından İstanbul’da başlandı. Yargılama süreci Osmanlı Hükümeti’nin kendisi tarafından başlatıldı. Bu kapsamda, bazı İttihat Terakki yöneticileri ve yerel idareciler, Osmanlı Devleti’nin savaşa sokulması, tehcir sırasında Ermenilerin kırıma uğratılması gibi suçlarla tutuklandılar.

Bu süreç esnasında, İngiltere, Osmanlı Devleti’nin yargılamaları hakkaniyetle gerçekleştiremeyeceğini ve tutuklanan kişilerin serbest bırakılacağını düşünüyor ve söz konusu suçlarla ilişkilendirilen kişilerin Osmanlı toprakları dışına çıkarılmasını istiyordu. İngiltere’nin bu yöndeki teklifi müttefik güçlerce kabul görmedi, özellikle Fransa bu teklife çok sert tepki gösterdi. Fransa, barış antlaşması imzalanmadan Osmanlı Devleti’nde suç işleyenlerin Osmanlı mahkemelerinde yargılanması gerektiği kanaatindeydi. Bu tartışmalar sırasında, İstanbul yargılamaları kapsamında Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam edilmesine karar verildi ve infazı gerçekleştirildi. Bunun üzerine, Türk milliyetçisi bir grup idamı protesto etti. Bu protesto sonrasında İngiltere bütün tutukluların serbest kalabileceği ihtimalini gerekçe göstererek bazı tutukluların Malta’ya sürülmesine karar verdi. Bu karar müttefik güçler tarafından tepkiyle karşılansa da, İngiltere tutsakların kaçmasına müsait bir ortam olduğunda ısrar etti ve bu kişilerin gelecekte müttefiklerin ortaklığında kurulacak bir mahkemede yargılanıncaya değin Malta’da İngiltere’nin gözetiminde tutulacaklarını belirtti.

İngiltere 240 kişiyi savaşla ilişkili suçlardan müttefiklerin kuracağı bir mahkemede yargılamak istiyordu; bu kişilerden 70’i Malta’da tutukluydu, diğerleri ise aranıyordu. İngiliz Başsavcılığı, Ağustos 1920’de Malta’daki tutukluları tutuklanma gerekçelerini oluşturan suç iddialarına göre üç sınıfa ayırdı: İngiliz savaş tutsaklarına kötü davrandıkları iddialarıyla tutuklu bulunanlar; sürgün, yağma ve kırım suçlarıyla ilişkili olarak tutuklu bulunanlar; mütarekeyi ihlal yoluyla siyasi suç işledikleri iddiasıyla tutuklananlar. Başsavcılık, bu kişilerden sadece birinci grupta olanların kendi yargılama alanına girdiğine, diğer tutukluların barış antlaşmasının imzalanmasının ardından müttefiklerin ortak kuracağı mahkemelerce yargılanmaları gerektiğine karar verdi.

İngiltere, bir yandan Malta’daki tutukluların yargılanması için Paris’te müttefik devletleri ikna etmeye çalışırken, bir yandan da Anadolu’da bulunan 24 İngiliz savaş esirini kurtarmak için Osmanlı topraklarındaki siyasi otoriteler ile müzakere ediyordu. Önce İstanbul Hükümeti ile pazarlık edilmek istendi, Ankara ile müzakereler Kurtuluş Savaşı’ndaki gelişmelere paralel olarak gelişti. İki müzakere sürecinin de amacı değiş-tokuş yoluyla Anadolu’daki İngiliz savaş esirlerini kurtarmaktı.

Bu süreçte, İngiliz esirleri meselesi İngiltere Hükümeti’ni iç siyasette sıkıştırmaya başlamıştı. Parlamentoda bu konuya ilişkin sert tartışmalar yapılıyor, hükümet esirlerin serbest bırakılmaları konusunda üstüne düşen vazifeyi yerine getirmemekle itham ediliyordu.

İngiltere Hükümeti Türk-Yunan Savaşı’nın Kemalistler lehine ilerlemeye başlamasının yarattığı kaygılar ve iç siyasetteki konumunun bu mesele yüzünden zedelenmesi üzerine esirler konusunda geri adım attı ve bütün tutsakları İngiliz esirlerine karşılık serbest bırakmaya karar verdi. 30 Ekim 1921’de 24 İngiliz esirine karşılık, İngiltere gözetimindeki bütün Malta tutsakları serbest bırakıldı. İngiliz esirlere zalimce davranmakla suçlanan tutuklular dahi bu süreçte hürriyetlerine kavuştular.

Malta sürgünlerine ilişkin tarihsel veriler dikkate alındığında Malta sürecinin İTC’yi uluslararası hukuk nezdinde aklayan bir anlam taşımadığı ortaya çıkıyor. Birincisi, Malta sürecinin kendisi uluslararası bir yargılama zemini değil, İngiltere hükümetinin -başta Anadolu’nun işgalini kolaylaştırmak olmak üzere- siyasi amaçlarla meydana getirdiği politik bir mekanizmadır. İkincisi, Malta sürecinde başsavcılık kırım, sürgün ve yağmadan suçlanarak tutuklananlara ilişkin bir tek karar vermiştir; o da bu kişilerin İngiliz mahkemelerince değil uluslararası bir mahkeme tarafından yargılanması gerektiğidir. Yani, Malta sürecinde bu kişilere ilişkin ne dava açılmış, ne de haklarında hüküm verilmiştir. Üçüncüsü, ikinci gruptaki kişiler hukuken kırım, yağma ve sürgün suçlarından beraat etmediler; bir esir takası antlaşması uyarınca serbest bırakıldılar.

Kaynakça:
Akçam, Taner, “Ermeni Meselesi Hallolunmuştur”: Osmanlı belgelerine göre savaş yıllarında Ermenilere yönelik politikalar, İstanbul: İletişim, 2009.
Akçam, Taner, İnsan hakları ve Ermeni sorunu: İttihat ve Terakki’den Kurtuluş Savaşı’na, İstanbul: İletişim, 1999.
Aktar, Ayhan, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İstanbul: İletişim, 2006
Dadrian, Vahakn, The History of the Armenian Genocide: Ethnic Conflict from the Balkans to Anatolia to the Caucasus, Providence, RI: Berghahn Books, 1995.
Dündar, Fuat, Modern Türkiye’nin şifresi: İttihat ve Terakki’nin etnisite mühendisliği, 1913-1918, İstanbul: İletişim, 2008.
Kevorkian, Raymond H., Soykırımın ikinci safhası: Sürgüne gönderilen Osmanlı Ermenilerinin Suriye-Mezopotamya toplama kamplarında imha edilmeleri (1915-1916), İstanbul: Belge, 2011.
Minassian, Gaidz ve Avagyan, Arsen, Ermeniler ve İttihat Terakki: İşbirliğinden Çatışmaya, İstanbul: Aras, 2005.
Üngör, Uğur Ü. ve Polatel, Mehmet, Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Properties, London: Continuum, 2011.
Yeghiayan, Vartkes, Malta Belgeleri: İngiltere Dışişleri Bakanlığı “Türk Savaş Suçluları” Dosyası, İstanbul: Belge Yayınları, 2007.

Resmi Tarihi Sınıfta Bırakan 10 Çürük Tez

Mehmert POLATEL – Nazife KOSUKOĞLU
Agos Gazetesi

 

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

http://www.medyagunebakis.com/  - okkesb@turkfreezone.com,

https://twitter.com/okkesb -E.mail: okkesb61@gmail.com, okkesb@cagintek.com,

https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi, - okkesb@telmar.net,

Rüstem AYRAL,Amerika–Nisan.2017- https://www.facebook.com/rustem.ayral

 

DER ZOR ERMENİLERİN DİRİLİŞ NOKTASI

Deyrizor, Der-ez Zor ya da Deir Ezzor (Arapça: دير الزور‎) Suriye’nin kuzeydoğusunda Fırat Nehri üzerinde yer alan bir şehirdir.

Deyrizor Vilayeti’nin başkenti olan şehir Şam’dan 450 km uzaklıkta olup, şehirde 2004 nüfus sayımına göre 239,000 kişi yaşamaktadır.

Der Zor 1867 yılına kadar küçük bir kasabaydı.

O yıldan sonra Osmanlı işgali döneminde büyüdü.

Der Zor dünyanın en tozlu kenti.

Der Zor. Üzerinde ot bitmeyen, sıcakla çatlayan çöl toprağıdır. Kimi yerde ince kum, genellikle katı, sert toprağın üzerinde seyrek dikenlerden başka bir şey gözükmeyen, göz ufkunda uzanıp giden bir çöl. Güneş tepede. Bu topraklarda yürümek, akrepler, çıyanlarla, yılanlarla haşır neşir demektir.

1915’teki ‘Tehcir’, Osmanlı Ermenilerini bulundukları yerlerden, evlerinden barklarından ‘savaş durumu’ ve ‘askeri gerekçelerle' iddiasıyla kaldırarak, Der Zor’a nakledilme kararıydı.

O tarihte, 1915 yazında insanları yüzlerce kilometre öteden kaldırıp, çoluk çocuk, yaşlı ve kadınlarla buraya göndermenin hiçbir ‘askeri önlem’le açıklanması söz konusu mümkün değildir. Bunun tek açıklaması olabilir: Gönderilen insanları imha etmek!

Bunu Der Zor’u görmeden anlayamazsınız. Ya da Der Zor mıntıkasını görünce gayet iyi anlarsınız…

24 Nisan 1915’te aralarında Meclis üyesi, milletvekili olanların da dahil olduğu, İstanbul’un ileri gelen Ermeni aydınları ve şahsiyetleri Haydarpaşa Garı’ndan yola çıkarıldılar. 220 kişiydiler. 139’unun akıbetini daha sonra kimse öğrenemedi.

27 Mayıs 1915 tarihinde ise ‘Tehcir’ kararı çıktı. Anadolu’nun her yanından, evet her yanından, sadece ‘cephe’ kabul edilen ve yoğun yaşadıkları Doğu Anadolu’dan değil, Trakya’dan, Batı Anadolu’dan ve Orta Anadolu’dan 1 milyona yakın -’Tehcir’ kararının bir numaralı sorumlusu Talat Paşa’nın defterlerine göre 924 bin küsur kişi- Der Zor’a kaydırılmak üzere, sürüldüler.

İnsanların o yılların acımasız şartlarında yollarda susuzluktan, açlıktan ölmeleri ya da kimi çetelerin saldırılarına maruz kalarak öldürülmeleri şayet ‘bir şeyin olmadığının’ ispatı için ileri sürülüyorsa, bu kadar dil dökmeye gerek yok. Buraları görünce, buralara vardıkları takdirde de zaten ‘ölmeye gönderildiklerini’ anlayabilmek için fazla gayret gerekmiyor.

On binlerce insan evlerinden, yurtlarından, yuvalarından koparılmış bir bilinmeze doğru sürükleniyordu. Batı Ermenistan’ın dört bir yanından kafileler Suriye çöllerine, Der Zor’a akıyordu. Binlercesi yollarda öldü. Bir o kadarı da anne babalarından, kardeş ve evlatlarından koparıldı.

Bu yerin kitlesel öldürmenin sistematik sürecidir. Karanlık bir harita üzerinde işaretlenmiş sembolik bir yer, veciz bir isimdir. Der Zor hiç aklınızdan çıkmayan ya da bir çapak ya da diken gibi sizi rahatsız eden bir terimdir: “Der” “Zor” — sert, testere, bıçak gibi. Der Zor: 1915 ve 1916’da yüz binlerce Ermeni’nin Osmanlı Türk hükümetinin I. Dünya Savaşı örtüsü altında gerçekleştirdiği soykırıma doğru zorla yürütüldüğü nihai varış yeridir burası.”

1915 olaylarında Suriye’nin ıssız steplerinde sayısız insan ölmüş, ama Bedeviler yine de pek çok kadın ve çocuğu kurtarmıştı. İşte şimdi Der Zor kentin merkezinde, kum taşından gösterişli bir cephe yer alıyor. Burası, ‘Nahadagas kilisesi’ (“Kutsal Ermeni Şehitleri Kilisesi”) ve müze var. Bugün Der Zor’da bir kaç aile Ermeni yaşamakta.

“Kutsal Ermeni Şehitleri Kilisesi…”, Ermeni soykırımını anlatan anıtlardan biri ve faaliyetlerini Halep Ermeni apostolik kilisesi diakosluğu himayesinde sürdürüyor. Cam bloklar altında kemik ve kafatası parçaları sergileniyor burada. Ve üzeri yazılı cam kavanozlar içinde, Ermenilerin sürgün edildikleri vatandan, yani Türkiye’den (Batı Ermenistan’dan ve Osmanlı işgali altında olan topraklardan) getirilmiş toprak bulunduruluyor.

Der Zor, Ermeni halkının hafızasında önemli bir yerdir. Soykırımın son duraklarından, Ermenilerin son kez kırıma uğratıldığı tüketildiği yerlerden. Der Zor’daki günümüzün Ermeni kilisesi ve Soykırım Müzesi aynı zamanda bu kurbanlar için bir anıt müzedir. Her şeye rağmen yok olmayan Ermeni halkını simgelediğini de söyleyebiliriz. Kilise ve anıt müze küllerinden yeniden doğan Ermeni ulusu tasvir eder.

Amerika´nın Halep Konsolosu Jesse B. Jackson, Büyükelçi Henry Morgenthau’ya gönderdiği raporda, 3 Şubat 1916 tarihi itibariyle Halep ve Şam civarları ile Fırat nehri boyunca Der Zor’a kadar olan bölgede toplam 486.000 kişinin hayatta olduğunu bildirmekteydi. İttihat ve Terakki Hükümeti’nin Ermenilerin yeni yerleşim yerlerindeki toplam nüfusu, Müslüman nüfusun % 10’unu aşamayacak şeklindeki emrini uygulamak için Der Zor’da yaz aylarında birçok katliam yapıldı. Yaklaşık 200.000 civarında Ermeni´nin imha edildiğini yazarlar tarihçiler.

Bölgede olup bitenleri yakından izleyen Almanya’nın Halep Konsolosu Rössler, 27 Nisan 1916´da, Der Zor Mutasarrıflığı için ‘‘20 Nisan tarihinde Der Zor’da görev yapan bir Türk subayından öğrendiğime göre, Der Zor mutasarrıfı yerli halkın % 10’u kadar Ermeni’yi orada (Der Zor’da) bırakıp gerisini Musul’a sürmek üzere emir almış’’ şeklinde bir rapor gönderir.

5 Eylül 1916´da Halep’dan Alman diplomat Hoffmann, İstanbul’daki Büyükelçiliğe şu raporu gönderir. Fırat kıyısından Der Zor’a kadar herbirinde 1-2 bin kişinin bulunduğu küçük kamplar var. Son seyahatimde gördüğüm 20-30 bin Ermeni insani düşünen mutasarrıf yönetiminde biraz nefes alabilmişlerdi. Ancak birkaç ay önce yeni atanan şimdiki acımasız mutasarrıf Çerkez Zeki Bey, birkaç zanaatkarın dışındaki herkesi ve 1.200 çocuğu tekrar sürgüne gönderdi. Duyduğuma göre Habur nehri civarlarında genel kanıya göre katledildiler veya herhangi bir şekilde öldüler. El-Hammam yakınlarında aileleri olmayan 6-700 Ermeni hükümete çalışıyorlar. Kış soğuğu gönderilenleri kesinlikle ortadan kaldıracaktır. Der Zor’dan resmi olarak Musul’a gönderilenlerin akibeti konusunda, son aylarda kaç kişinin oraya geldiğini Musul Konsolosundan sordum. Bana verilen bilgiye göre, 15 Nisan’da 19.000 kişilik 4 kafile iki ayrı yoldan Der Zor’dan çıktılar. Habur nehri kıyısındaki bir kampta birleştiler. 22 Mayıs’ta, yani 5 hafta sonra bu kafileden yaklaşık 2.500 kişi, aralarında birkaç yüz erkek Musul’a vardılar. Kadınların ve kızların bir kısmı yolda Bedevilere satıldı. Geri kalanlar açlık ve susuzluktan yolda öldüler. 3.5 aydan beri Musul’a yeni kafile gelmedi. Gerçek, Der Zor’daki halkın düşüncesine ve bunu kanıtlayan gerçek bilgilere göre yeni Çerkez mutasarrıfın hükümdarlığı altında, Der Zor’dan gönderilenlere Fırat-Habur üçgeninde kısa süren bir muamele yapıldığıdır. Ölenlerin çocukları için kurulan yetimhaneler henüz dağıtılmadı. Buradaki sürgün komiserinin yardımcısı yönetici hemşire resmi olarak, bu yetimlerin Konya’daki büyük ulusal yetimhaneye gönderileceklerini, Türk ismi alacaklarını ve Türk gibi (yani Müslüman) yetiştirileceklerini açıkladı.

Sonuç olarak; Der Zor Ermenilerin büyük acısı 20. yy.’ın ilk soykırımı ve medeni sayılan insanlığın en büyük ayıbıdır.

20. yy.’ın başında Osmanlı Türkiyede 1.5 milyon Ermeni katledildi. Onların büyük bir kısmı Der Zor çöllerinde katledildi ve yaşamını kaybetti.

Der Zor Ermeniler için yok olmanın, inanılmaz acıların bir sembolü.

DER ZOR ERMENİLERİN DİRİLİŞ NOKTASI

Faktör 301

https://youtu.be/i_tj6ucVfog " title="YouTube video player" frameborder="0" allow="accelerometer; autoplay; clipboard-write; encrypted-media; gyroscope; picture-in-picture" allowfullscreen>

Diğer Haberler

  • ŞEYHİMİZ, ŞIHIMIZ ÇOK, FİLOZOFUMUZ YOK.!
  • BEYAZ KÜRTLERİN GİZLİ İKTİDARI
  • BÜYÜK YAHUDİ GÖÇÜNÜN GERÇEK HİKÂYESİ
  • 74 YILLIK FAİLİ MEÇHUL: NURİ KİLLİGİL PAŞA
  • BUGÜN GÜNLERDEN ÂŞIK VEYSEL
  • CHESTER PROJESİ, OLTADAKİ BALIK TÜRKİYE
  • BAD-EL HARAB-ÜL BASRA.! & BAD-EL HARAB-ÜL TÜRKİYE.!
  • YENİ İSRAİL DEVLETİ KARADENİZ’DE KURULUYOR.!
  • SELANİK’TE BİR EVİN HİKÂYESİ
  • ADNAN KAHVECİ HAKKINDA.!
  • TrabzonSporKlübü

    Nasa

    Kentim_İstanbul

    Doga_İcin_Sanat

    ABD_USA

    Department_State

    TelerehberCom

    Google_Blog

    Kemencemin_Sesi

    Kafkas_Music

    Horon_Hause

    Vakıf_Ay

    Dogal Hayatı_Koruma

    Seffaflık_Dernegi

    Telerehber

    Sosyal_Medya

    E-Devlet

    Türkiye Cumhuriyeti

    BACK TO TOP