Basın Ahlak İlkelerine uymaya söz vermiştir. Sitede yayınlanan yazılar ve yorumlardan yazarları sorumludur.
M E D E N İ Y E T L E R Ç A T I Ş M A S I .!
Samuel Huntington'un Medeniyetler Çatışması İsimli Makalesi, 11 Eylül Sürecinden Sonra Çok Daha Fazla Konuşulur Oldu. Huntington bu makaleyi kaleme aldığında Bosna Savaşı sebebiyle İslam-Batı gerilimi ya da Hristiyan-Müslüman çatışması diyebileceğimiz bir gerilim noktası bulunuyordu. Filistin sorunu, Afganistan'ın Ruslar tarafından işgalinin yarattığı sorunlar, Çeçenistan krizi devam ediyordu. Ancak pek çok kişi 11 Eylül sonrası dünyanın bu şekilde konumlanabileceği öngörüsünde bulunamıyordu. Bu sebeple tez bir ütopya, kötü bir varsayım olarak ta kabul edildi. Bugün ABD siyasetine yön veren ekibin Fukayama ile birlikte Huntington'un yaklaşımlarına da değer verdiği göz önünde bulundurulursa, makalenin güncelliğini korumaya devam ettiği anlaşılabilir.
MEDENİYETLER ÇATIŞMASI Dünya
siyaseti yeni bir aşamaya giriyor ve entelektüeller daha başkalarıyla birlikte
bu durum karşısında, tarihin sonu, ulus devletler arasında rekabetlerin geri
dönüşü, globalizm ile kabile kültürünün çekişmesi yüzünden ulus devletlerin
gerilemesi türünden görüşlerin her biri, doğmakta olan realitenin çeşitli
yönlerini yakalıyor. Bununla beraber, onların tümü, muhtemelen gelecek yıllarda
global politikanın alacağı durumun can alıcı ve gerçekten merkezi bir yönünü
gözden kaçırıyorlar. Modern
uluslararası sistemin Westphalia Barışı ile birlikte doğuşundan bu yana, bir
buçuk yüzyıldan beri Batı dünyasındaki mücadeleler, büyük ölçüde
bürokrasilerini, ordularını, merkantilist ekonomik güçlerini ve en önemlisi
yönettikleri toprakları genişletmeye teşebbüs eden prenslerle imparatorlar,
mutlakıyetçi monarklarla meşrutiyetçi monarklar arasında meydana gelmiştir.
Onlar bu süreç içinde ulus devletleri kurdular ve Fransız Devrimi'nin
başlamasıyla birlikte asıl mücadele çizgisi prensler yerine uluslar arasında
oluştu. 1793'te, R.R. Paliner'in de ileri sürdüğü gibi, "Krallar
arasındaki savaşlar bitti, uluslar arasındaki savaşlar başladı." Bu 19.
yüzyıl modeli I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etti. Ondan sonra, Rus
Devrimi ve ona karşı gösterilen tepkinin bir sonucu olarak, uluslar mücadelesi
yerini önce komünizm, faşizm-nazizim ve liberal demokrasi arasında ve daha
sonra da komünizm ve liberal demokrasi arasında cereyan eden ideolojiler
çatışmasına bıraktı. Bunun sonucu çatışma, Soğuk Savaş sırasında, iki süper güç
arasındaki mücadelenin somut ifadesi olmuştur. Bu süper güçlerin hiçbirisi,
klasik Avrupâi anlamda bir ulus devlet değildi ve her biri kendi kimliğini
kendi ideolojisinin terimleriyle ifade ediyordu. William
Lind'in deyimiyle "Batı'ya ait iç savaşlar"dı. Daha önce 17, 18. ve
19. yüzyılın savaşları ve dünya savaşları kadar Soğuk Savaş'ın da gerçeği de
buydu. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, uluslararası siyaset Batılı
görünüşünün dışına çıkıyor ve Batı ile Batılı olmayan medeniyetler arasında ve
Batı dışı medeniyetlerin kendi aralarında gelişen etkileşim, uluslararası
siyasetin odak noktası haline geliyor. Medeniyetler siyasetinde, Batılı olmayan
medeniyetler dahil ulus ve hükümetler artık, tarihin Batı sömürgeciliğinin
hedefleri biçimindeki objeleri olarak kalmıyor, fakat tarihi devindiren ve
şekillendirenler olarak Batı'ya katılıyorlar. Köyler,
bölgeler, etnik gruplar, milliyetler, dini gruplar... Bütün bunların hepsi,
kültürel çeşitliliğin farklı düzeylerinde ayrı kültürlere sahiptir. Güney
İtalya'daki bir köyün kültürü, Kuzey İtalya'daki bir köyün kültüründen farklı
olabilir; fakat her ikisi de onları Alman köylerinden farklı kılan ortak
İtalyan kültürünü paylaşacaklardır. Avrupalı toplumlar kendilerini, sırasıyla
Arap ve Çin toplumlarından ayıran kültürel özellikleri paylaşacaklardır.
Bununla birlikte Araplar, Çinliler ve Batılılar daha geniş herhangi bir
kültürel varlığın parçası değildir. Bunlar medeniyetleri oluşturuyorlar. Bir
medeniyet bu suretle, insanların kendilerini diğer türlerden ayırt edici
yönünden başka onların sahip olduğu en yüksek kültürel gruplaşma ve en geniş
kültürel kimlik düzeyidir. Medeniyet hem dil, tarih, din, adetler, kurumlar
gibi ortak objektif unsurlar aracılığıyla ve hem de insanların sübjektif olarak
kendi kendilerini teşhis etmeleri suretiyle tanımlanır. İnsanlar çeşitli kimlik
düzeylerine sahiptir. Roma'da oturan bir kişi kendisini bir Romalı, bir
İtalyan, bir Katolik, bir Hıristiyan, bir Avrupalı, bir Batılı olarak değişen
yoğunluk dereceleriyle tanımlayabilir. O kişinin mensup olduğu medeniyet,
onunla kendisini kuvvetle teşhis ettiği en geniş kimlik düzeyidir. İnsanlar
kimliklerini yeniden tanımlayabilir ve tanımlar da, bunun sonucu olarak da
medeniyetlerin kompozisyonu ve sınırları değişir. Farklı
medeniyetlerin insanları arasındaki etkileşimler gittikçe artıyor: Bu artan
etkileşimler medeniyet bilincini ve medeniyetlerin kendi bünyelerindeki
ortaklıkların yanı sıra medeniyetler arasındaki ayrılıkların fark edilmesini
güçlendiriyor. Fransa'ya yönelen Kuzey Afrika göçü, Fransızlar arasında
düşmanlık doğurmakla kalmamış, aynı zamanda 'iyi' Avrupalı gözüyle bakılan
Katolik Polonyalı göçünü kabul etme eğilimini de arttırmıştır. Amerikalılar
Japon yatırımına, Avrupa ülkeleri ve Kanada'dan gelen daha büyük yatırımlardan
çok daha olumsuz tepki göstermiştir. Benzer şekilde, Donald Horowitz'in ileri
sürdüğü gibi, "Bir Ibo" olabilir... Nijerya'nın Doğu bölgesindeki bir
Owerri Ibo'su veya bir Onitsha Ibo'su. O, Lagos'ta basit bir Ibo'dur. Londra'da
bir Nijeryalı'dır. New York'ta ise bir Afrikalı. Farklı medeniyetlerin
insanları arasındaki etkileşimler, sırasıyla düşünceyi gerisin geriye, tarihin
derinliğine doğru yaymak için farklılık ve düşmanlıkları abartarak canlandırmak
suretiyle insanların medeniyet şuurlarını arttırıyor. Bunlar
aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak ulus devleti zayıflatıyor. Dünyanın
çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak için din, sık sık "kökten dincilik"
diye yaftalanan hareketler biçiminde devreye girmiştir. Bu tür hareketler,
İslam'da olduğu kadar Batı Hıristiyanlığı, Musevilik, Budizm ve Hinduizm içinde
de boy gösteriyor. Çoğu ülke ve dindeki kökten dinci hareketler içinde faal
olan insanlar genç, yüksek tahsilli, orta sınıf teknisyenleri, meslek ve iş
sahibi kişilerdir. George Weigel'in işaret ettiği gibi, "Dünyanın
sekülarizasyondan uzaklaşması, 20. yüzyılın sonlarındaki hayatın hâkim sosyal
gerçeklerinden birisidir. Dinin yeniden doğuşu, Gilles Kepel'in ifadesiyle
"Tanrının Rövanşı," medeniyetleri birleştiren ve milli sınırları aşan
bir kimlik ve ümit temeli sağlıyor. Batı
bir yandan kudretin zirvesindedir. Ama aynı zamanda ve belki bir sonuç olarak,
Batılı olmayan medeniyetler arasında soy fenomenine dönüş ortaya çıkıyor. Bir
insan, gittikçe artan bir şekilde Japonya'da maneviyata ve Asyalılaşmaya doğru
eğilimler; Nehru mirasının sonu ve Hindistan'ın "Hindulaşması,"
Batının sosyalizm ve milliyetçilik fikirlerinin başarısızlığı ve bunun üzerine
Ortadoğu'daki 'yeniden-İslamlaşma' ve şimdi Batılılaşmaya karşı Boris
Yeltsin'in ülkesindeki Ruslaşmayla ilgili bir tartışma hakkında (birtakım)
referanslar işitir. Gücünün zirvesindeki bir Batı, Batılı olmayan yollardan
dünyayı biçimlendirmek için gittikçe daha fazla arzu, istek ve kaynağa sahip
olan Batı dışı ülkelerle yüz yüze gelmekte. Eski
Sovyetler Birliği'ndeki komünistler demokrat, zenginler fakir ve fakirler
zengin olabildi; fakat Ruslar Estonyalı veya Azeriler Ermeni olamadılar. Sınıf
ve ideoloji mücadelelerindeki anahtar soru, "Sen hangi taraftasın?"
biçimindeydi ve insanlar taraflar arasında tercihte bulunabilir, bulunur ve
taraf değiştirebilirdi. Medeniyetler arasındaki çatışmalarda ise bu soru,
"Sen nesin?" şeklindedir. Bu ise bir veridir ve değiştirilemez.
Bosna'dan Kafkasya ve Sudan'a kadar bildiğimiz gibi, söz konusu soruya
verilecek yanlış bir cevap kafaya yenecek bir kurşun anlamına gelebiliyor.
Hatta, etnisiteden daha fazla olarak din, insanlar arasında keskin ve dışlayıcı
şekilde bir ayırım yapıyor. Bir insan yarı Fransız ve yarı Arap ve aynı anda
iki ülkenin bile vatandaşı olabilir. Bundan daha zor olan şey, yarı Katolik ve
yarı Müslüman olmaktır. Bölgesel
çerçevede kalan toplam ticaret oranları 1980 ila 1989 arasında Avrupa'da yüzde
51'den 59'a, Doğu Asya'da yüzde 33'den 37'ye ve Kuzey Amerika'da yüzde 32'den
36'ya çıkmıştır. Gelecekte bölgesel ekonomik blokların önemi muhtemelen artmaya
devam edecektir. Bir yandan, başarılı ekonomik bölgecilik medeniyet bilincini
destekleyecek, diğer yandan da ekonomik bölgecilik ancak ortak bir medeniyet
içinde kök saldığı zaman başarılı olabilecektir. Avrupa Topluluğu, Avrupa
kültürü ve Batı Hıristiyanlığı'nın paylaştığı temele dayanır. Kuzey Amerika
Serbest Ticaret Bölgesi'nin başarısı Amerika, Kanada ve Meksika kültürlerinin
halihazırda devam etmekte olan odaklaşmasına dayanıyor. Japonya ise tam aksine,
Doğu Asya'da bunlarla kıyaslanabilir bir ekonomik varlık meydana getirmekte
zorluklarla karşılaşıyor; çünkü Japonya, kendine has özellikleri olan bir toplum
ve medeniyettir. Japonya, diğer Doğu Asya ülkeleriyle güçlü ticaret ve yatırım
bağları geliştirebilse bile söz konusu ülkelerle arasındaki kültürel
farklılıklar, Japonya'nın Avrupa ve Kuzey Amerika'dakine benzer bölgesel bir
entegrasyonu ilerletmesini sınırlar ve belki de engeller. Çin Halk Cumhuriyeti ile Hong Kong, Taiwan, Singapur ve diğer Asya ülkelerindeki deniz aşırı Çinli topluluklar arasındaki ekonomik ilişkilerin hızla genişlemesine açık bir şekilde imkân sağlıyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, kültürel ortaklıklar gittikçe artan bir şekilde ideolojik farklılıkları bertaraf ediyor ve Kıta Çin'i ile Taiwan yakınlaşıyor. İktisadi bütünleşmenin ön şartı eğer kültürel ortaklık ise, Doğu Asya'da geleceğin başlıca ekonomik bloğu muhtemelen Çin'in etrafında toplanacaktır. Aslına bakılırsa, bu blok şimdiden meydana geliyor. Murray Weidenbaum'un söylediği gibi; "Bölgedeki mevcut Japon hâkimiyetine rağmen endüstri, ticaret ve sermaye için yeni bir odaklaşma noktası olarak Çinli temeline dayanan Asya ekonomisi hızlı bir biçimde oluşuyor. Bu stratejik bölge, teknoloji ve üretim kapasitesinin önemli bir kısmını (Taiwan); müteahhitlik, pazarlama ve hizmet alanlarında sivrilmiş bir beceriyi (Hong Kong); nefis bir iletişim şebekesini (Singapur); muazzam bir mali sermaye birikimini (her üçü de) ve geniş bir toprak, kaynak ve işgücü bütünlüğünü (kıta Çin) ihtiva ediyor. Bu etkin ağ, Guangzhou'dan Singapur'a, Kuala Lumpur'dan Manila'ya çoğu zaman geleneksel kabilelerin büyümelerine istinaden -Doğu Asya ekonomisi-nin omurgası olarak tasvir edilmektedir." (1) İran,
Pakistan, Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan,
Tacikistan, Özbekistan ve Afganistan gibi Arap olmayan 10 Müslüman ülkeyi bir
araya getiren Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın temelini de kültür ve din
oluşturuyor. Esas olarak 1960'larda Türkiye, Pakistan ve İran tarafından
kurulan bu teşkilatın diriltilmesi ve genişletilmesindeki nedenlerden biri, bu
ülkelerdeki muhtelif liderlerin, Avrupa Topluluğu'na kabul edilme şanslarının
olmadığını kavramalarıdır. Benzer şekilde Caricom, Orta Amerika Ortak Pazarı ve
Mercosur da ortak kültürel temellere dayanır. Daha geniş bir Karayipler - Orta
Amerika ekonomik varlığı inşa etmek için gösterilen çabalar, her ne kadar Anglo
- Latin bölünmesi arasında bir köprü kuruyorsa da başarısız kalmaya mahkûmdur. Farklı
din ve etnik yapılara mensup insanlarla kendileri arasında birbirlerine karşı
bir "biz" ve "onlar" ilişkisinin var olduğunu
muhtemelen görecektir. Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa'da ideolojik
olarak tanımlanan devletlerin sona ermesi, geleneksel etnik kimlik ve
husumetlerin öne alınmasına izin veriyor. Kültür ve din farklılıkları, siyasi sorunlar
üzerinde insan haklarından, göç, ticaret, iş ve çevreye kadar uzanan
farklılıklar meydana getiriyor. Coğrafi yakınlık, Bosna'dan Mindanao'ya kadar
toprak taleplerinden ileri gelen mücadelelerin doğmasına neden oluyor. En
önemlisi (ise), Batı'nın kendi liberalizm ve demokrasi değerlerini evrensel
değerler olarak öne çıkarmak, askeri üstünlüğünü sürdürmek ve ekonomik
çıkarlarını arttırmak için gösterdiği çabalar, diğer medeniyetlerden aksi yönde
tepkiler gelmesine neden oluyor. İdeoloji temelinde ittifaklar kurmak ve destek
sağlayabilmek imkânı gitgide azaldıkça, hükümetler ve gruplar sürekli artan bir
şekilde ortak din ve medeniyet kimliğine başvurmak yoluyla destek sağlamaya
girişeceklerdir. Mikro düzeyde komşu gruplar, medeniyetler arasındaki fay kırıklıkları boyunca, toprak ve birbirleri üzerinde kontrol kurmak için çok kere şiddetli bir şekilde mücadele ederler. Makro düzeyde (ise) farklı medeniyetlere mensup devletler göreli bir askeri ve ekonomik üstünlük uğruna rekabet eder, uluslararası kuruluşlar ve üçüncü taraflar üzerinde kontrol kurmak için mücadeleye girişir ve kendi özel politik ve dini değerlerini rekabetçi bir anlayışla öne çıkarırlar.
Bölünmüş Ülkeler Tıpkı,
Türkiye'nin Avrupa'ya karşı tarihi muhalefetini terk edip onunla birleşmeye
çalışması gibi. Meksika da kendisini ABD'ye muhalefetiyle tanımlamaya son
veriyor ve bunun yerine Birleşik Devletler'i taklit etmeye ve Kuzey Amerika
Serbest Ticaret Bölgesi'nde onunla bir araya gelmeye çabalıyor. Meksika
liderleri, Meksikalı kimliğini yeniden tanımlamak gibi büyük bir işe dalmıştır
ve temel ekonomik reformları, asıl siyası değişmeyi eninde sonunda başlatacak
diye sunmaktadır. 1991'de, Başkan Carlos Salinas de Cortari'nin üst seviyedeki
bir danışmanı, bana Salinas hükümetinin yapmakta olduğu bütün değişimleri
ayrıntılı bir şekilde tasvir etmişti. O, sözlerini bitirdiğinde ben şunu
söyledim: "Bütün bunlar çok etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz esas
itibarıyla Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp bir Kuzey
Amerika ülkesine dönüştürmek istiyorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve
şöyle bağırdı: "Aynen! Yapmaya çalıştığımız şey tamamıyla budur; fakat
tabii ki, bu kadar aleni biçimde asla söyleyemedik." Bu danışmanın
değerlendirmesinin de gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da
toplumun bazı önemli unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına
direniyor. Türkiye'de Avrupa'ya yönelik liderler İslam'a jest yapmak
zorundadır. Özal'ın Mekke'yi tavaf edişi gibi; Meksika'nın Kuzey Amerika'ya
yönelik liderleri de Meksika'nın bir Latin Amerika ülkesi olduğuna inanan
kimselere öylesine jest yapmaya mecburdur. (Salinas'ın İbero Amerikan
Guadalajara zirvesi). ABD
için Meksika en yakın bölünmüş ülke örneğidir. Global olarak en mühim bölünmüş
ülke Rusya'dır. Rusya'nın Batı'nın bir parçası mı yoksa ayrı bir Slav -
Ortodoks medeniyetinin lideri mi olduğu sorusu, Rus tarihinin tekrar edilen
sorusudur. Batılı bir ideolojiyi ithal edip Rus şartlarına uyduran ve ardından
da o ideoloji adına Batı'ya meydan okuyan komünizmin Rusya'daki zaferiyle
birlikte bu sorunun üstü örtüldü. Komünizmin hâkimiyeti, Batılılaşmaya karşı
Ruslaşma üstüne süregelen tarihi tartışmayı kapatmıştı. Komünizmin gözden
düşmesiyle birlikte Ruslar bir kere daha bu soruyla yüz yüze geliyor. Ne var ki, gerek Rus seçkinleri ve gerekse Rus kamuoyu bu mesele üzerinde bölünmüş durumda. Daha ılımlı muhalifler arasındaki Sergei Stankevich, Rusya'nın, onu, "Avrupalı olmaya, hızlı ve teşkilatlı biçimde dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmeye, Yediler'in sekizinci üyesi olmaya ve Atlantik ittifakının iki hâkim üyesi sıfatıyla ABD ve Almanya'ya özel bir 'önem atfetmeye' götürecek 'Atlantikçi' bir rotayı reddetmesi gerektiğini" ileri sürüyor. Stankevich, özellikle Avrasyacı bir politikayı reddediyorsa da yine aynı derecede Rusya'nın Türkî ve Müslüman bağlantılarını vurgulayarak diğer ülkelerdeki Rusları himayeye öncelik vermesi ve Rusya'nın "kaynaklarının, tercihlerinin, bağlarının ve menfaatlerinin Asya'nın, doğu istikametinin lehine, yeniden dağıtımını göze çarpan biçimde ilerletmesi gerektiğini" savunuyor. Bu düşüncedeki insanlar, Yeltsin'i, Rusya'nın çıkarlarını Batı'nınkine tâbi kıldığı, Rus askeri gücünü azalttığı, Sırbistan gibi geleneksel dostları desteklemede başarısız kaldığı, iktisadi ve siyasi reformu Rus halkına zararlı şekillerde yürüttüğü için eleştiriyor. Bu eğilimin göstergesi, 1920'lerde Rusya'nın emsalsiz bir Avrasya medeniyeti olduğunu savunan Petr Savitsky'nin fikirlerinin yeniden rağbet görmesidir. Daha aşırı muhalifler, çok daha bağıra çağıra milliyetçi, anti-Batıcı ve anti-Semitik görüşleri dile getiriyor ve Rusya'nın askeri gücünü yeniden geliştirmesi, Çin ve Müslüman ülkelerle daha yakın bağlar kurması için zorluyorlar. Rusya'nın seçkinleri kadar halkı da bölünmüştür. Avrupa Rusyası'nda 1992'nin sonbaharında yapılan bir kamuoyu yoklaması, Batı'ya karşı halkın yüzde 40'ının olumlu ve yüzde 36'sının olumsuz tavır sahibi olduğunu açığa çıkarmıştır. Rusya, tarihinin büyük bir kısmında olduğu gibi, 1990'ların başlarında da gerçekten bölünmüş bir ülkedir. Açıkça
ortadadır ki kısa vadede Batı'nın çıkarına olan şey, kendi medeniyeti içinde
özellikle Avrupai ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve
dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin
Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı
yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; iki medeniyet arasındaki mahalli
mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürebilecek kışkırtmaları önlemek; Konfüçyüs'çü
ve İslami devletlerin askeri güç kaybını hafifletmek ve Doğu ile Güneybatı
Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek; Konfüçyüs'çü ve İslami devletler
arasındaki farklılık ve ihtilafları kullanmak; Batılı değer ve çıkarlara
yakınlık duyan diğer medeniyetlerdeki grupları desteklemek; Batılı çıkar ve
değerleri yansıtan ve meşrulaştıran uluslararası kurumları güçlendirmek ve
Batılı olmayan devletleri bu kurumlara karşı daha fazla kışkırtmaktır. Batı
medeniyeti hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan medeniyetler
Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bugüne kadar sadece Japonya bu
arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur. Batılı olmayan medeniyetler,
modernliğin parçası olan zenginlik, teknoloji, beceriler, makineler ve silahlar
elde etme çabasını sürdürecektir. Bu ülkeler aynı zamanda bu modernliği
geleneksel kültür ve değerleriyle uzlaştırmaya çalışacaktır. Batı bundan dolayı
güçleri Batı'nınkine yaklaşan fakat değer ve çıkarları Batı'nınkilerden önemli
ölçüde ayrılan Batılı bu medeniyetlerle artan bir biçimde uzlaşmak zorunda
kalacaktır. Bu da Batı'nın bu medeniyetlerle ilişkisinde çıkarlarını korumak
için vazgeçilmez olan ekonomik ve askeri gücü sürdürmesini gerektirecektir.
Ancak bu durum Batı'nın diğer medeniyetlerin temelindeki esaslı dini ve felsefi
kabuller ve bu medeniyetlere mensup insanların çıkarlarını nerede gördükleri
hakkında daha derin bir kavrayış geliştirmesini de gerekli kılacaktır. Bu,
Batılı ve diğer medeniyetler arasındaki ortak unsurları ortaya çıkarmaya
yönelik bir çabayı da gerektirecektir. Uzak olmayan bir gelecekte dünyada tek
bir medeniyet olmayacak fakat bunun yerine her biri başkalarıyla beraber yaşamayı
öğrenmek zorunda kalacak farklı medeniyetlerin bulunduğu bir dünya olacaktır.
@ #Medya Günebakış
Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017 – okkesb61@gmail.com, http://www.medyagunebakis.com/ –– okkesb@turkfreezone.com, https://twitter.com/okkesb ––––––– E.mail: okkesb@telmar.net, https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,- okkesb@gmail.com, Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017 – okkesb61@gmail.com, MEDENİYETLER ÇATIŞMASI Uygarlıklar kendilerini savunmak ve propagandalarını yapmak için sürekli kendilerine barbar ötekiler bulurlar. Bu anlamda İslamofobi insanlık açısından bir ilk değildir. Soğuk Savaş boyunca Batı, siyasal ve kültürel kimliğini anti-komünist eksende tanımlamaktaydı. Batı dünyası Doğu bloğunu işaret ederek kendini demokratik ve özgürlükçü olarak ifade etmekteydi. Bu bağlamda iki kutuplu dünya sisteminin son bulması, Batı için büyük bir meşruiyet eksikliği doğurdu.
“Biz”i meşru kılacak bir “Öteki” antitezi, yani Doğu bloğu ortadan kalkmıştır. İşte tam bu noktada “İslam Tehlikesi” keşfedildi. Hatta bu bağlamda Ekim 1994 -Aralık 1995 tarihleri arasında NATO Genel Sekreterliği görevinde bulunan Willy Claes, 2 Şubat 1995 tarihinde Alman Sueddeutsche Zeitung gazetesine verdiği demeçte İslami; köktendinciliği NATO ittifakı için çok ciddi bir tehlike olarak gördüğünü ifade etti. Bu çerçevede “Komünizm Tehlikesi” nin yerini “İslam Tehlikesi” aldı. Sovyetler Birliği yerini İran’a bıraktı. Nasıl ki komünizm sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmekle kalınmayıp, Batı kültürünün ve değer yargılarının düşmanı gibi gösterildiyse, İslam dünyasına da aynı işlev yüklendi. Bu çerçevede de Soğuk Savaş dönemindeki ortak düşmana (Sovyetler Birliği) karşı birliktelik, yerini güvensizlik ve düşmanlığa bırakmıştır. Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası dönem siyasal İslam’ın kendini Batı’ya karşı tanımlayıp, küreselleşmesine yol açmıştır. Buna karşılık Batı da İslamiyet’i bir güvenlik sorunu olarak algılamaya başlamış ve 11 Eylül ile beraber değiştirilmesi ve modernleşmeyle uyumlaştırılması gereken bir “Öteki” olarak görmeye başlamıştır.
İngiliz The Economist dergisi, 26 Aralık 1992 ile 8 Ocak 1993 tarihli sayılarında gelecek yüzyıl için yaptığı siyasi tahminlerde bazı ilginç senaryolar ortaya atmıştır. Suudi Arabistan’da radikal İslamcıların bir darbe ile yönetimi ele geçireceklerini yazan dergi, bu İslamcıların Balkanları işgal ederek Çin ile birlikte eskiden SSCB’nin etkisinde olan alanı ele geçirecek önemli bir blok oluşturacağını ileri sürüyordu. Yine 9 Eylül 1993 tarihinde “İslam fundamentalizmi hızlı bir şekilde dünya barışı ve güvenliği için bir tehdide dönüşüyor” satırlarını yazan International Herald Tribune bu tehdit “1930’lu yıllardaki nazizm ile faşizm tehdidine ve 1950’li yıllardaki komünistlerinkine benziyor” diyerek İslam’ı açıkça nazizm ve komünizmin yerine ikame ediyordu. Oysa nazizm Avrupa’nın en büyük gücü Almanya’da, komünizm ise Rusya ve Çin’de gelişmiştir. Diğer yandan Alman haftalık dergisi Die Zeit 2 Nisan 1993’te NATO güçlerinin Komutanı General Galvin görevinden ayrılmadan önce yaptığı açıklamadan yaptığı alıntıda, “Soğuk Savaşı kazandık. Yaklaşık 70 yıllık bu sapmalardan sonra, İslam ile aramızda 1300 yılı aşan eski çatışma durumuna geri döndük”46 ifadelerine yer vermiştir. Bu görüşlerin en çok dikkat çekerek tartışılanı ise Samuel Huntington’ın 1993’te Foreign Affairs dergisinde yayımlanan ve daha sonra genişletilerek 1996’da Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adıyla kitap olarak yayınlanan çalışması ile onun öğrencisi olan Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi olmuştur. Uygarlıklar kendilerini savunmak ve propagandalarını yapmak için sürekli kendilerine barbar ötekiler bulurlar.
Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi de bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde, İslam ile Batı arasında çatışmanın kaçınılmaz olduğunu savunan, hatta bu çatışmaların normal olduğunu savunan görüşler için bir tür dayanak noktası ve sığınılan bir teori olmuştur. Hıristiyan ve İslam dünyasını karşı karşıya getiren tartışmaları tetikleyen Medeniyetler Çatışması tezine göre, 21. yüzyıl medeniyetler arasındaki çatışmalarla şekillenecektir. Uluslararası ilişkiler sisteminin 16. ve 17. yüzyıllarda doğuşundan bu yana, ana hatlarıyla dört dönem geçirdiğini ifade eden Huntington’a göre, Fransız Devrimi’ne kadar süren birinci dönemde; uluslararası ilişkiler temelde egemenler arasında yürütülüyordu. Fransız Devrimi’nden sonra çok kutuplu hale gelen uluslararası sistemde, savaşa ve barışa birlikte karar veren, birbirine aşağı yukarı eşit durumda olan çok sayıda aktör bulunmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sistem sona ererken, önce komünizm, ardından faşizmin yükselişi, ideolojik blokların çatıştığı bir uluslararası sistemi hazırladı. İkinci Dünya Savaşı ise uluslararası ilişkiler tarihindeki en ideolojik süreci ve Soğuk Savaş dönemini oluşturdu. Bu dönemde ülkeler, siyasi ve iktisadi durumlarına göre sistemde yerlerini alırken “Doğu” ve “Batı”, dünya hâkimiyeti için yaptıkları mücadelede, ya başkalarının çatışmasına izin verdiler ya da “Üçüncü Dünya Ülkeleri” olarak adlandırdıkları ülkeleri pasif bir savaş alanı olarak kullandılar. Huntington bu dönemin sona ermesiyle birlikte ülkelerin artık siyasi veya iktisadi sistemlerine veya ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre değil, kültürel özelliklerine göre sınıflandırılması gerektiğini savunmaktadır. Ona göre artık ideolojiler çağının demir perdesinin yerini kültürün kadife perdesi alacaktır. Dünyayı Batı’daki Katolik Hıristiyan, Çin’deki Konfüçyüs, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve Afrika olmak üzere sekiz medeniyet bölgesine ayıran Huntington, önümüzdeki yıllarda bu medeniyetler arasındaki fay hatları boyunca bazı çatışmaların meydana gelerek yayılacağını ileri sürmektedir. O’na göre eğer gelecekte bir dünya savaşı çıkacaksa bu da medeniyetler arası bir savaş olacaktır. Huntington asıl büyük çatışmanın ise, Batı ve İslam medeniyeti ile Çin’deki Konfüçyüs uygarlığı arasında patlayacağını ileri sürmektedir. Son yıllarda tanık olduğumuz etno-kültürel çatışma ve/veya işbirliği örnekleri göstererek hipotezini desteklemeye çalışan Huntington İslam uygarlığının kanlı sınırlara sahip olduğunu, dolayısıyla çatışmanın onun karakteristik özelliği olduğunu savunmaktadır.
Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi uzun dönemin medeniyet etkileşimi sürecini stratejik bir hedef için nasıl bir manivela gibi kullanılabileceğinin çarpıcı ve tehlikeli yüzünü göstermiştir. Batı-dışı medeniyet havzalarındaki kültürel canlanmayı, stratejik bir tehdit gibi gösteren ve batılı stratejistlere bu medeniyet havzaları arasındaki çelişkileri manipüle etmeyi öneren Huntington’ın yaklaşımı, sadece Batı-dışı medeniyetlerin, özellikle de İslam ve Çin medeniyetlerinin ciddi tepkilerine maruz kalmamıştır. Aynı zamanda West-Rest (Batı-Diğerleri) gibi kategorik bir ayırımın doğuracağı riskleri sezen batılı seçkinler ve siyaset yapımcıları nezdinde de ciddi kuşkular uyandırmıştır. Clinton’un 1999 yılı sonlarındaki Türkiye ve 2000 yılı başlarındaki Hindistan ziyaretlerinde, bu ülkelerin medeniyet geçmişlerinin insanlık birikimine yapabilecekleri katkılara özel atıflarda bulunması, Medeniyetler Çatışması tezinin doğurduğu güvensizlik ortamını gidermeye yönelik mesajlar olarak görülmelidir.
Gerçekten dünya nüfusunun dörtte birini oluşturan Çin’in ve dünya nüfusunun yaklaşık diğer dörtte birini barındıran ve dünya jeopolitiğinin en hassas kuşağını ve geçiş yollarını elinde tutan İslam dünyasını karşı-medeniyet kutupları olarak gören bir yaklaşıma dünya düzeni oluşturmada ne derece riskli sonuçlar doğuracağı açıktır. Artık kültürel farklılıkların siyasal ve ideolojik karşıtlıklardan daha önemli olduğunu ileri süren Huntington, insan ve Tanrı, birey ve grup, devlet ve vatandaş, özgürlük ve otorite, çocuklar ve aileleri, eşitlik ve hiyerarşi gibi kavramların çok yönlü üretim tarzının sonucu olduğunu ve yakın zamanda kaybolmayacaklarını savunmaktadır. Bu ilişkilerin farklı yorumlarını gündeme getiren Huntington’a göre, bunu belirleyenlerin içinde en güçlü olanı dindir.
İnsanlar yarı Amerikalı, yarı Arap gibi melez veya çoğu yerde iki ülkenin vatandaşı olabilmekte, ancak hem Katolik hem de Müslüman olamamaktadır. Dolayısıyla bunlar arasında bir çatışma olması kaçınılmazdır. Aydınlanma süreci ve onun ortaya çıkardığı bilimsel, kültürel ve siyasal gelişmelerin Batı’da ortaya çıktığını dolayısıyla evrensel değil Batı’ya özgü bir toplumsal kültürel, felsefi ilkeler ve değerler bütünü olduğunu savunan Huntington’a göre “Demokrasi”, “Hukuk Devleti”, “İnsan Hakları”, “Halk Egemenliği” ve “Laiklik” gibi aydınlanma ilkeleri Batı medeniyetine aittir. Burada Aydınlanma değerlerini, bilim ve teknolojiyi evrensel köklerinden kopararak sadece Batılılaştırmak isteyen Huntington, diğer toplumlar ve değerleri dışlamaktadır. Oysa Huntington’un öğrencisi olan Francis Fukuyama, dünyada büyük yankı uyandıran Tarihin Sonu tezi ile Batı’nın üstünlüğünün kanıtlandığını ileri sürmüştür. Batı medeniyetinin oluşturduğu liberal demokrasiyle insanoğlunun ulaşabileceği en mükemmel siyasal ve ekonomik yapıya kavuştuğunu, ileri süren Fukuyama, insanlığın siyasi ve felsefi anlamdaki arayışının sonuna gelindiğini iddia etmiştir. O’na göre artık dünya Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmış olan Batı’nın hegemonyasını kabul etmek zorundadır. Yani Batı’nın üstünlüğü kabul edildiğine göre artık Batı ile çatışmaya girmeye cesaret edecek bir güç de kalmamıştır. Ancak Fukuyama’nın bu tezleri boşa çıkınca, dünyadaki çatışmalar değişik yerlerde değişik amaçlarla ve hatta çoğu zaman ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından kışkırtılınca, özellikle de Balkanlardaki etnik çatışmalarda ABD ve Avrupa ülkeleri kamuoyu tarafından suçlanarak zan altında kalınca, aslında Batı’nın bu çatışmalarda herhangi bir suçu olmadığını ileri sürmek için bu kez Huntington’un tezleri ortaya atılmıştır.
Nitekim Fukuyama aldığı eleştiriler üzerine kitabının yeni baskısında şöyle yazmaktadır: “Birçok kişi beni Medeniyetler Çatışması’nda çok farklı bir gelişimsel model ortaya koyan hocam Samuel Huntington’la kıyasladı. Bence belli açılardan dünyayı yorumlama yollarımız arasındaki farkı abartmak mümkün. Örneğin, kültürün toplumların indirgenemez bir parçası olduğu ve gelişim ile politikayı kültürel değerleri işin içine katmadan anlayamayacağımız konusunda onunla aynı fikirdeyim. Fakat bizi birbirimizden ayıran çok önemli bir konu var. Bu konu, aydınlanma döneminde geliştirilen değerler ve kurumların potansiyel olarak evrensel mi olduğu ya da kültürel bağlama göre değişkenlik mi gösterdiği sorusu etrafında şekillenmektedir. Huntington açıkça bizim Batı’da aşina olduğumuz çeşitli siyasi kurumların, Batı Avrupa Hıristiyan kültürünün bir ürünü olduğuna ve onların bu kültürün dışındaki bağlamlarda kök salamayacaklarına inanmaktadır. Bu durumda cevaplanması gereken temel soru da Batılı değer ve kurumların evrensel bir anlamı olup olmadığı ya da bugünün hegemonik kültürünün geçici başarısını mı temsil ettikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Aslında Huntington’ın modern, seküler ve liberal demokrasinin tarihsel köklerini Hıristiyanlığa dayandırdığı, ona özgü olmayan savı oldukça doğrudur. Bu açıklama dikkatlice okunduğunda hocası Huntington’dan farklı düşündüğünü ileri süren Fukuyama, aslında bu temel konularda hocasının fikirlerini benimsediği görülmektedir. Tarihin Sonu’na yapılan eleştirilerden dört tanesini en ciddi eleştiriler olarak gördüğünü belirten Fukuyama, bunların ilkinin İslam’ın demokrasiye bir engel olmasıyla ilgili olduğunu söylemektedir. O’na göre problemin İslam’dan kaynaklandığını düşünmek pek gerçekçi görünmemektedir. Bugün modern demokrasinin destekçisi olarak gördüğümüz Hıristiyanlık (pek de uzak olmayan bir dönemde) köleliği ve hiyerarşiyi meşrulaştırmak için kullanılıyordu. Nesilden nesile dini öğretiler, siyasi yorumlamalardan geçmektedir. Bu durum Hıristiyanlık için geçerli olduğu ölçüde İslam için de geçerlidir. Bugün kültürel olarak İslam’ı benimsemiş toplumların siyasi pratikleri arasında muazzam bir çeşitlilik vardır. Seyyid Kutub’un yazıları ya da Usame Bin Ladin ve El Kaide’deki ideologların devlet, devrim ve şiddetin estetikleştirilmesiyle ilgili politik düşünceleri, İslami gelenekten ziyade faşizm ve komünizm gibi 21. Yüzyıl Avrupa’sının aşırı sol ve sağ ideolojilerinden beslenmektedir. Çok tehlikeli olan bu öğretiler, İslam’ın hiçbir temel öğretisini yansıtmadığı gibi İslam’ı politik amaçlarının bir aracı haline getirmektedir. 50 Görüldüğü üzere Fukuyama bir yandan bütün dinlerin siyasal amaçlara göre yorumlandığını söylerken, aslında siyasal İslam’ın şiddete, dolayısıyla Batı ile çatışmaya müsait olduğunu da savunarak Huntington’ın tezlerini desteklemeye çalışmaktadır.
Medeniyetler Çatışması tezi ile ihtiva ettiği anlam arasında önemli bir fark olduğunu söyleyen Ahmet Davutoğlu’na göre ise Körfez Savaşı ve ardından yaşanan Bosna Savaşı’nda 250 bin insanın bir etnik kıyıma kurban edilmiş olması, aslında tarihin sona ermediğini ve Batı medeniyetinin değerlerinin de insanı tümüyle kuşatan değerler olmadığını ortaya koymaktadır. Bu tablo karşısında Huntington’ın Medeniyetler Çatışması tezi ortaya atılarak, Batı medeniyetinin o ideal değerlerinden sapmasının onun suçu olmadığı ve bütün diğer medeniyetlerin çatışmasından kaynaklanan yeni bir kaotik dönemin başladığı iddia edilmektedir. Fukuyama “düzen”i vurguluyordu, Huntington “Kaos”u; Fukuyama düzenin arkasında Batı medeniyetini görüyordu, Huntington düzensizliğin arkasında bütün diğer medeniyetleri gösteriyordu. Birbirine alternatif gibi görünen bu iki tez, aslında siyasi stratejik arka plan açısından birbirini tamamlamaktadır. Bosna’da yaşananlar sebebiyle, Fukuyama’nın tezi çökünce, Huntington’ın tezi öne çıkmaya başlamıştır.
@ #Medya Günebakış
Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017 – okkesb61@gmail.com, http://www.medyagunebakis.com/ –– okkesb@turkfreezone.com, https://twitter.com/okkesb ––––––– E.mail: okkesb@telmar.net, https://www.facebook.com/okkes.bolukbasi,- okkesb@gmail.com, Ökkeş Bölükbaşı, İstanbul – Temmuz.2017 – okkesb61@gmail.com, |
Trabzonlular Birleşiniz. Trabzonlu İşadamları, İşkadınları, Çalışanlar, Genç Kızlar-Erkekler, Okuyan çocuklar Birlik ve Bütünlüğü Sağlamak Sizin Ellerinizde..!
Yazının devamı »Copyright 2022 - MEDYA GÜNEBAKIŞ
Designed by TELMAR
BACK TO TOP