BURSA GÜNLÜĞÜ
Zamansız Bir Kaçış Mıydı Yaptığımız,
Yoksa Zamanı Yok Saymak Mı.?
Ahmet Hamdi ile başlarsak, onun dili ile başlarsak z
amanı
anlatmaya, nasıl başlamalı.?
NE İÇİNDEYİM ZAMANIN
Ne içindeyim zamanın,
Ne
de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz
akışında.
(…)
(Ne İçindeyim
Zamanın – Ahmet Hamdi TANPINAR)
“Hayat yaşamak içindir, beklemek için değil”,
diye bize, bu topraklarda zamanın başka bir boyutundan söz eden bir ressamın bu
sözü ile ne anlatmak istiyor.
Ya da “beklemek”, ne demek?
Tanpınar’ ın izinden giderek, bize bir nefis
deneme bırakan, Arjantinli güzel insan Alberto MANGUEL’ in “beklemek” fiilinin
Latin dillerindeki anlamının “ummak” olduğunu söylerken, aslında bizim, bu
toprakların insanının hep bir bekleyiş, hep bir şeyleri “umma – ümit etme”
içinde ömrümüzü geçirdiğimizi mi söylemek istiyordu.
(Tanpınar’ın İzinde Beş Şehir – YKB – Alberto
MANGUEL)
Biz yine, yukarıdaki söze takılıyoruz, kendimizi
bu sözden alamıyoruz.
Tanpınar’ ın 29.08.1958 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’nde yayınlanan “Bursa Yangını“ yazısından aktarıyoruz.
(…)
“Memleketimizde 12 yıl oturup bize hayran giden
ressam Leopold LEVY bir gün bana şunları söylemişti: ”Siz fert olarak, cemiyet
olarak sayısız meziyetleri bulunan bir milletsiniz. İçinizde biraz yaşayıp da
sizi sevmemek imkansız. Yalnız bir acayip huyunuz var. Daima bir şey
bekliyormuş gibi yaşıyorsunuz. Bir şey ki size her şeyi toptan düzeltmek,
değiştirmek imkanı verecek ve o olana kadar siz biraz da hayatınızın dışında
yaşıyorsunuz. İşte tek anlamadığım tarafınız budur. Hayat yaşamak içindir
beklemek için değil.”
(…)
***//***
“Bursa’da ikinci bir zaman” var mıydı gerçekten,
Tanpınar’ ın ifadesiyle.
Bursa’yı Bursa yapan sadece ona adını veren
Bitinyalı PRUSİAS mıydı.?
Orhan Gazi tek erkek kardeşi Aluiddin ile taht
kavgasına girmeden, tahtından bile feragat edecek kadar dünya işlerinden
uzaklaşırken, gösterişsiz, tarih kayıtlarına bile geçmeyen, o dönemin koca
Bursa Ovası gibi “dingin” bir hayatı tercih ederken bunu yapmaya onu hangi
bekleyiş, hangi ümit, hangi yürek yangını itiyordu?
Orhan Gazi’ ye böyle bir hayatı veren, kuşkusuz
derin ve büyük bir aşktı.
Tanpınar’ ın Bursa’ya olan aşkı gibi.
Evliya Çelebi’ nin Bursa’ ya olan “ruhaniyetli”
bakışı gibi.
Orhan Gazi’ nin derin ve büyük aşkı, Nilüfer
Hatun ise, o zaman Bursa’yı Bursa, İznik’ i İznik yapanın aslında birinci elden
Nilüfer Hatun olduğunu söylemekte geç bile kalmış sayılırız.
***//***
Bursa’ da ikinci bir zamanı değil belki de, “hiç
geçmeyen” bir zamanın peşinden giden Nazım HİKMET “Bursa kalasından”, diye
yazar Bursa Cezaevini.
Orhan Gazi nasıl aşk ile dinginliğe ulaşmış,
nasıl aşk ile Bursa’ ya Nilüfer Hatun’ un adını yazdırmışsa, Nazım da en güzel
ve iki büyük destanını Bursa Cezaevi’ nde yaratmıştır: KUVAYI MİLLİYE –
MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI
Nazım da üç büyük aşkı ile ulaşmıştır
dinginliğe: PİRAYE - MÜNEVVER - VERA
Bugün Organ Gazi’ nin adı Bursa’ dan çok uzağa,
bir ilçeye taşınmışken, Nilüfer Hatun Bursa’ nın tam kalbinden akar hala.
Ama yine de Nilüfer Hatun’ u bize en güzel
Tanpınar anlatır, tarif eder.
(…)
Bu isimlerin içinde bir tanesi var ki, Bursa’ yı
tek başına bütün bir bahar güzelliği ile doldurur. Bu beyaz zafer ve ganimet
çiçeği Nilüfer’dir.
(…)
Ganimet Çiçeği tarifi tam da Tanpınar tarzı bir
tariftir ve hüzün doludur Nilüfer Hatun söz konusu olunca.
***//***
Bursa’ da Zaman, Çekirge’ de Venedik Saraylarını
andıran mimarisi ile eşsiz 1.Murat Camisi miydi Pazar sabahının erken
saatlerinde?
Muradiye’ de saklı kalan neydi o sultan ve
hanedan soyundan gelenlerin türbe ve mezarlarında?
Birer birer son nefesleri kesilince
şehzadelerin, en güzel türbeler yapılmış olsa da
Muradiye, sabrın acı meyvesi
olmaktan öte gidemiyor aslında Tanpınar’ ı bir
daha ve bir daha okursanız “Bursa’da Zaman” şiirinden.
***//***
Cem Sultan bilebilir miydi, zamanın onun için
Bursa’ da başlayıp, tekrar Bursa’ da sonsuzluğa karışacağını?
Yanından hiç ayrılmayan, öldüğünde onun,
efendisi Cem Sultan’ ın türbedarlığına bile talip olabilecek kadar adanmış bir
insanın adı neden “Piyale“ olur?
Kim açıklayabilir bu adın arkasında ne sır,
nasıl bir adanmışlık yattığını?
Cam, demektir, şarap kadehi demektir
“piyale”.
Bir tarafından bakınca, diğer tarafını görürsün
camın.
İnsanın cam gibi kalbi olmalı. Hilesiz, açık
seçik ve duru ve hep öyle kalmalı.
Bir tarafından bakınca, diğer tarafı görülmeli,
berrak olmalı.
Adanmışlık ancak o zaman çıkar ortaya.
“Billur Piyale” türküsünü anlatır Tanpınar aynı
eserinde, Beş Şehir, Erzurum’ u anlatırken.
***//***
Ama yine de hüzünlüdür Bursa, içten içe
hüzünlenir.
Zira gerçek saltanat Edirne’ ye ve sonra
İstanbul’ a geçmiştir, kendisine ise sadece saltanatın “ölüleri”
dönmektedir.
Her gelen saltanat ölüsü, acı birer meyvedir
Muradiye’ de yatmakta olan.
Şehzadeler sabırla beklerler saltanatı, ama
hepsinin sonunda yediği “acı meyvedir” ve o meyveler ağaçsız durular Muradiye’
de.
***//***
Haksız da değildir Bursa bu içten içe
hüzünlenmelerde, Tanpınar’ ın ağzından konuşurken ve Tanpınar bir şehre, Bursa’
ya bir ruh verirken ve o ruhu konuştururken.
(…)
İlk önce Edirne’nin kendine ortak olmasına,
sonra İstanbul’un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için
için ağlamıştır! Her ölen padişahın ve Cem Vak’ a sı’ na kadar her öldürülen şehzadenin
cenazesi şehre getirildikçe bu geçmiş zaman güzelinin kalbi şüphesiz bir kere
daha burkuluyor. ”Benden uzak yaşıyorlar, ancak öldükleri zaman bana
dönüyorlar. Bana bundan sonra sadece onların ölümlerine ağlamak düşüyor!”
diyordu. Evet, Muradiye küçük türbeleriyle genişledikçe Bursa hangi vesilelerle
ancak hatırlandığını anla.
(…)
***//***
Zaman, Bursa’ da Tophane’ de mi akıp geçer yoksa
Osman Gazi ve Orhan Gazilerin yattıkları yerde?
İlk şehir burada Uludağ’ ın, Olimpos’ un, Keşiş
Dağı’ nın sularının katman katman yığdığı dev traverten kayalıkların üzerine
inşa edilen surların arkasında hayat nasıl kuruldu?
İlk kuranlar zamanı nasıl seyreyledi buradan bir
ovaya, bir de dağın heybetine bakarken?
Tam 12 yıl kuşatma altında, kalede kalan Bizanslılar,
Doğu Romalılar için zaman nasıl geçti?
Onlar için zamanın bir kıymeti, bir anlamı var
mıydı?
Ama bizi bir yıkım, bir felaket anına götüren o
gün, artık zamanın ötesinde bir şeydi sanki ve bu kadar tesadüfler neden hep
karşımıza çıkıyor bu yurt gezilerinde, diye sormadan edemiyoruz kendi
kendimize.
1855 yılının 1 Mart günü, yani kameri takvime
göre Recep ayının on yedisinde Bursa’ da yer yerinden oynadı.
Ardından gelen büyük yangın şehri yakıp kül
etti.
Keçecizade Fuat Efendi bu felaketlerin ardından
kaybolan, ayakta duramayan Bursa’yı anlatırken sanki taziye yazar gibidir:
“Osmanlı tarihinin dibacesi zayi oldu.”
Dibacedir, Türkçesi ile bir “önsözdür” Bursa
Osmanlı tarihi için.
Depremin Recep ayının on yedisinde olması, bizim
08 Nisan, 2018 Pazar günü orada, Tophane’ de olmamızla nasıl bir zamansal bağ
yaratıyor, anlamak kolay değil.
Bizim de orada, Tophane’ de bulunduğumuz gün,
kameri takvime göre, Recep ayının yirmi biri.
***//***
Ulu Cami’ de mi saklıydı yoksa zaman? Türkiye’
nin en büyük ulu camisinde mi?
O 1855 depreminde tam da minberin üzerine gelen
kubbenin çökmemesi tesadüf müydü?
Minberin üzerine gelen o kubbenin harcı mı
farklıydı, yoksa o kubbeyi yapan ustanın düşüncesi dört yüz yıl sonrasının
felaketini mi sezmişti son harcı da koyarken?
***//***
Koza Han’ da zamanı ancak kendini öldürüp bir
sanata dönüştüren, bir varlığa dönüştüren “ipek böceği” , bir tırtıl ile
yakalayabilirdiniz.
Öyle diyor Nazım “Yaşamaya Dair” şiirinde.
Adını bile bilmediğin insanlar için öleceksin
derken.
(…)
İnsanlar için ölebileceksin,
Hem de yüzünü bile görmediğin insanlar
için,
(…)
İpek böceği yüzünü bile görmediği insanlar için
ne kadar da çok öldü, zamanı var mıydı bu ölümlerin?
Bir zeytin ağacı dikeceksin, diyor ya şair aynı
şiirinde yaşın yetmiş bile olsa.
Belki de o zeytin ağacıydı ipek böceğini öldüren
ve Koza Han’ ı sadece çay bahçesine çeviren keder.
Zamanın peşinden ayrılıyoruz Koza Han’
dan.
***//***
Zamanı “Setbaşı Köprüsü’ ne“ sorarsak, zamanı
Setbaşı Köprüsü’ nün altından coşkun akan, Uludağ’ dan kopup gelen Gökdere’ ye
sorarsak, dostlarımı bilemem ama, köprü bana hep genç bir ölümün yaldızlı
çerçeve içinde siyah - beyaz fotoğrafına saklı Işıklar Askeri Lisesi ikinci
sınıf öğrencisinin köprüden düşmekte olan bir çocuğu kurtarırken kendi hayatını
feda etmesini hatırlatır.
Irgandı Köprüsü kendinden başka üç köprüye, üç
çarşılı köprüye, üzerinde çarşısı olan başka ülkelerdeki üç köprüye daha
tanıklık eder, depremlerin doğal, ama işgal ordularının top ateşi ile
yıkımlarından arta kalan zamanlarında.
Alberto MANGUEL yine gelir girer aramıza,
Tanpınar’ ın izinden giderken.
Bize Bursa’ yı anlatırken, Irgandı Köprüsü’ nde
kulağına değil, kalbine değen bir sesten söz eder.
Köprüde, çarşıda, bir yanda ufak bir tartı aleti
ile insanları tartarak rızk peşindeki birisinden söz ederken, köprü üzerindeki
küçük dükkanların birinden gelen ve kulağına çalan “ney” sesi ile zamanın belki
de “makamı, usulü, aksanı” olan sonsuz bir ses dizimi olduğunu anlamaya
çalışır.
Biz bu düşüncelerini okumasak Alberto MANGUEL’
in ve o nasıl Tanpınar’ ın izinden gidiyorsa, biz de onun peşinden gitmemiş
olsak Bursa’ da ve Irgandı Köprüsü’ ndeki o küçük dükkandan gelen ney sesini
aramasak, neyzen ve ney üstadı İbrahim Bey bizi sebepsiz davet edemezdi.
Sebep kimdi?
Tanpınar mı, Alberto MANGUEL mi?
Zaman mıydı sebep, bizim orada bulunma
zamanımız, an’ımız?
İbrahim Bey bize neyini üflemese, nefesini
vermese neye, o ses sadece Alberto MANGUEL’ in anılarında kalacaktı belki
de.
Dokuz boğumludur, diyor Neyzen İbrahim Bey,
“bütün neyler dokuz boğumlu olmak zorundadır.”
Ne tuhaf.
İnsanın dili de dokuz boğumludur, derler.
“Konuşurken tartarak konuş, lafını dokuz
boğumdan geçirerek söyle derler” , kırıcı ve kıyıcı konuşanla için.
Üflenen bir nefes, neyin içindeki o dokuz boğumu
dolaşmadan, gelip tekrar üflenen yerden, ağızdan çıkamıyor, sese
dönüşemiyor.
İnsan da konuşurken, ses tellerini
titreştirmeden ses çıkaramıyor.
Konuyu Nihat Hocam anlatsaydı keşke bize, dilin
nasıl dokuz boğumlu olduğunu, yani insan gırtlağının, ses çıkarma çabamızın
nasıl zor olduğunu.
Biz ses tellerimizi titretiyoruz, ses
çıkarıyoruz.
Ya bir ömür bizim gönül telimizi
titretenler?
***//***
(Yarın ikinci ve son bölüm)
Yazan: Recep Babayiğit
@#ÖkkeşBölükbaşı ©#MedyaGünebakış
Ökkeş Bölükbaşı,
İstanbul –Ağustos.2018- okkesb61@gmail.com,
http://www.medyagunebakis.com/ - okkesb@turkfreezone.com,
Metni |