Basın Ahlak İlkelerine uymaya söz vermiştir. Sitede yayınlanan yazılar ve yorumlardan yazarları sorumludur.
TEODORA ATİYE İLE SÖYLEŞİ “Tanrının Bahçesinde Bir Kadın” kitabını yazarı Bayan Atiye Kalkan ile söyleşi…! Adınız soyadınız: Atiye Kalkan, Atiye Arapça bir isim. Bağış, verici, armağan ya da Tanrı’nın armağanı gibi anlamları var. Bu anlamıyla Yunanca’daki Teodora ya da Diodora ile benzer olduğu söylenebilir. Doğum yılı ve yeri: 1974 yılında Kayseri’nin bir dağ köyünde doğdum. Belki de bu nedenle dağları çok severim ve eskilerin dağlı mısın.? ovalı mısın.? Ayırımında kendimi biraz dağlı sayarım. Ama yaşamımın büyük bir bölümü İzmir’de geçtiği ve oranın kültürüyle yoğrulduğum için olmalı, kendimi fazlasıyla İzmirli de hissederim. Zaten kökleri Dulkadiroğulları’na dayanan Kayserili bir baba ve soyu Kavala’ya kadar uzanan bir annenin kızı olarak bir hayli karışık bir soy kütüğüne sahip olduğum söylenebilir. Ailedeki yeriniz: 14 yıl önce babamı kaybettim. Babamın ölümünden üç ay sonra da bir beyin kanaması sonucu annemi kaybettim. Birbirlerini çok seven insanlardı. Annemin babamı çok özlediği için öldüğünü düşündüm her zaman. Beyin kanaması sadece görünür bir sebepti. Uzun zamandır yalnız yaşıyorum. Çok kısa bir süredir de İstanbul’dayım. Eğitim – İş yaşamı: Liseyi bitirdikten sonra üniversitede turizm otelcilik okudum. Bir süre bu alanda çalıştım. Ama istediğim alanın bu olmadığına karar verip tekrar üniversiteye girdim. Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Kamu Yönetimi Bölümü’nde okudum. İdari yapının işleyişi, hukuk ve bol bol siyaset… Sonra daha fazla siyaset için olmalı yine Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Avrupa Birliği Anabilim Dalı Avrupa Birliği Bölümü’nde master yaptım. Bir süre halkla ilişkiler alanında çalıştım. İzmir’de kadın derneklerinde gönüllü olarak çalıştım. Bu dönemde ilgim tamamen kadın çalışmalarına yöneldi. Bir araştırma yapmaya karar verdim. Kadın-erkek ilişkilerini ve karşılaşabileceğimiz her türlü olguyu bu kez feminist gözlüklerimi takarak ele almaya başladım. Sonunda “Tanrının Bahçesinde Bir Kadın” adlı kitap ortaya çıkmış oldu. Şu anda ise kadın erkek ilişkilerini ele alan polisiye bir roman üzerinde çalışıyorum. Ayrıca bir yapım firmasında reklam ve metin yazarlığı yapıyorum. Hobileriniz: Tarihi çok seviyorum. Özellikle eskiçağ tarihi daha çok ilgimi çekiyor. Zaman buldukça ören yerlerini görmek hoşuma gidiyor. İstanbul’a geldiğimden beri ise sarayları gezmeye çalışıyorum. Mesela Beylerbeyi Sarayı’nı da Dolmabahçe Sarayı’nı Balyan ailesinin yapmış olması ilginç. Kayseri kökenli Ermeni bir aile olan Balyanlar’ın son dönem Osmanlı eserlerinin çoğunda imzası var. Tarihi öğrenirken, yaşam hikâyelerini de öğreniyorsunuz. İnsanların yolculuklarına tanık oluyorsunuz. Bu müthiş bir duygudur. Adeta esrikleşip kendimden geçiyorum. İzmir’de Hisar Önü’ne sık sık gidip otantik objeleri incelemekten, ilginç şeyler bulmaktan hoşlanırdım. İstanbul’da da zaman zaman Kapalıçarşı’ya gidiyorum. Doğa gezilerini de çok seviyorum ama eskisi kadar vakit ayıramıyorum. En çok sevdiğim şey ise içimdeki göçebe kuş uyandığında çantamı sırtlayıp ansızın yollara düşmek. Vahşi doğa yaşamına ilişkin belgeselleri ve yerel kültürlerin tanıtıldığı belgeselleri izlemeyi seviyorum. National Geographic Channel’de Efsane mi Gerçek mi adlı bir belgesel var. Bu belgesel hoşuma gidiyor. Aile Durumu : Yalnız yaşıyorum. Evlilik bir hayli zor iki kişinin tek bir hayat yaşaması bekleniyor. Evlilik kurumunda bir sıkıntı var zaten. Çiftlerden biri sanki silikleşmek zorunda kalıyor. Genellikle ödün hep aynı taraftan bekleniyor (bu genellikle kadın oluyor ) ki ödün vermek gibi bir şeyin beklenilmesi baştan yanlış zaten. Aşık olunca evlenmek gerekiyormuş gibi bir algı var. oysa aşk farklı bir şey. Ne kadar süreceğini bilemezsin. Genellikle evlenince de biter. *- Ne tür müzik dinlersiniz.? Çok iyi bir müzik dinleyicisi olduğum söylenemez. Ya da sadık bir dinleyici değilim diyebilirim. Tınısı ruhumu okşayan her türü dinliyorum. Dinlediğim müzik ruh halime göre değişiyor sanırım. Soft rock da dinlediğim oluyor, jazz da, Fado da. Misia, onun hüzünlü sesi beni çok etkiler mesela. Kendi halk türkülerimizi de seviyorum. O kadar yaşamın içinde, o kadar hikâyenin kalbindeler ki. Türkülerden bir tarih öğrenmek mümkündür. “Ağ elime kara kına yaktılar/ Kaderim yok gurbet ele sattılar/ On iki yaşında gelin ettiler…” Ya da “Yarim İstanbul’u mesken mi tuttun / Gördün güzelleri beni unuttun / Sılaya dönmeye yemin mi ettin”… Halk türkülerini sevdiğim gibi çok fazla erozyona uğramamış eski sanat müziğini de seviyorum. Eski şarkıları söyleyen çok güzel kadın seslerimiz var. Son zamanlarda Melahat Gülses de dinliyorum. Sema’nın tangoları da çok nefistir. Eric Clapton’u, Joan Baez’i seviyorum. Charles Aznavur’u da Edit Piaf’ı da aynı keyifle dinliyorum. Ya da Cem Karaca ‘da Zülfü Livaneli’de keyifle dinlediğim isimler. Mesela son günlerde en çok sevdiğim şarkılardan biri Cem Karaca’nın “Bu son olsun” adlı şarkısı. Çok güzel sözleri var. Mutluluğa çağrı yapıyor. “Doğarken ağladı insan, bu son olsun bu son.!” derken. Bu şarkıyı ilk 1994 yılında Konya’dan İstanbul’a uzanan bir yolculuk sırasında dinlemiştim ve çok etkilenmiştim. *- Kullandığınız bir müzik aleti var mı.? 16-17 yıl önce bir gitar almıştım. Gitar çalmayı denedim ama o kadar kötü sesler çıkarıyordum ki bir süre sonra vazgeçtim. Sesim çok kötü, hiç iyi bir müzik kulağına da sahip değilim. Belki de bu nedenle bir ket vurma söz konusu olmuştur. Enstrüman çalamıyorum ama şarkı sözü yazıyorum. Dağarcığımda epeyce şarkı sözü var. Bir tanesi şöyle mesela: Sevdiğim dedi ki bana: “Gözlerimden öpme sevgilim, Gözden öpmek ayrılık getirir.” Sonra da masum bir çocuk gibi ürkek, “tahtaya vur tahtaya.!” dedi.. Gözden öpmek ayrılık getirirmiş. Kıskanırım onu herkesçiklerden, İsterim ki tüm kadınlar gözlerinden öpsün sevdiğimin. Yer-gök dar gelir bana. Tüm kadınlar gözlerinden öpsün sevdiğimin, Bir ben öpmem o abanoz karası gözlerden bir de ölüm öpmesin. Bir ölüm öpmesin o abanoz karası gözlerden bir de ben. Şşşttt, tahtaya vur tahtaya, Ölüm bizden ırak olsun.! Bir tanesi de şöyle: Hep beni mi bulur kayıp adamlar Yoksa ben mi bulurum kayıp adamları.? Onlar mı hapsolmuştur karanlık odalarda Yoksa karanlık odalar mı onların ruhlarında Nereden bulurum kayıp adamları Ve neden akar yüreğime Bir nehir gibi bu kayıp adamlar.? Uzaktan uzağa rüzgâr fısıldar kulağıma Adamlar mı kayıp sen mi diye…. Çok iyi enstrüman çalıp şarkı söyleyebilmeyi ve dans edebilmeyi isterdim. Üniversitenin ilk yıllarında kısa bir dönem dans kursuna gitmiştim. Oldukça komikti. Partner adaylarının hepsi de çok uzun. Deyim yerindeyse zebella gibi. Onların yanında ufacık tefecik kalmıştım. Uygun partner ise gerçekten çok kötü dans ediyordu. Çok komikti ve oldukça eğlenmiştim. Ama hala pes etmiş değilim. Bir gün, sevgilimle sahneye çıkıp mükemmel bir tango yapmayı çok istiyorum. *- Evde mutfağa girer misiniz.? Mutfağı çok sevdiğimi söyleyemem ama mutfağa girdiğimde sanırım güzel yemekler yapıyorum. Mutfağa girmek benim için planlama isteyen bir iş. Ancak çok özel zamanlarda mutfağa giriyorum ve saatlerce kalıyorum. Her şey uyumlu olmalı. Servis estetik olmalı. Yeni yemekler keşfetmek hoşuma gidiyor. Eksik olan malzemeyi uygun olabilecek başka bir malzemeyle ikame etmek güzel görünüyor. Turizm otelcilik eğitimi aldığım için eskiden çok güzel kokteyller hazırlardım. Ama şimdi hemen hiç birini hatırlamıyorum. *- Sürprizleri sever misiniz.? Kim sevmez.? Hele de bir sevgiliden ya da dostlardan geliyorsa bayılırım. Ama sürprizin illa iyi olması gerekmiyor. Kötü sürprizlerin de bir şekilde iyi yönünü görmeye gayret ederim. *- Korktuğunuz bir şey var mı.? Her hangi bir fobim yok. Ama sevdiğim varlıklara zarar gelmesinden çok endişelenirim. Bu anlamda kontrolcü ve septik olduğumu bile söyleyebilirim. *- Evde evcil hayvan besler misiniz.? Hayvanları çok seviyorum. Doğayı çok sevince hayvanları sevmemeniz olanaksız zaten. Özellikle kedigilleri çok seviyorum. Herhalde bir hayvan olarak doğsaydım bir vaşak ya da çıta olarak doğardım. Onların gücü ve naifliği beni büyülüyor. İzmir’de yaşarken dört kedim ve bir köpeğim vardı. Kedilerimden İpek ve Zilli yaşamını kaybetti. Şimdi üç kızım var. Kedilerim Miniş ve Nazlı; köpeğim Bıdık. Hayatımdaki en önemli varlıklar. Benim çocuklarım. Miniş ve Nazlı tekir. Miniş çok naif bir kız. Birkaç yıl önceki İzmir depreminde depresyona girdi. On beş gün bir şey yemedi. Enjektörle besledim. Nazlı ise adının aksine tam bir pisikopat. Bıdık bir Jack Russel Terrier. Çocuklar onu sokakta görünce “Maylo” diye sesleniyor. Maske filmindeki Maylo karakterinin tıpatıp benzeri çünkü. Çok akıllı, biraz şımartılmış bir köpek. Şımarttım, çünkü bir trafik kazası sonucu sokakta buldum. Bir operasyon geçirdi ve bacağına pim takıldı. Zorlu bir süreçti. Ama şimdi iyi çocuklarımın hepsini de çok seviyorum. *- Siyasete girmeyi düşünüyor musunuz.? Hangi Partiden.? Üniversitede kamu yönetimi okudum. Siyaset ağırlıklı bir eğitimdi. Özellikle Türk siyasal hayatını oldukça iyi irdeledik. İç politikanın Saikleri nelerdir.? Dış politikada hangi unsurlar daha çok öne çıkar? Dış politika geleneğimiz hangi yöndedir? Kıbrıs politikası… Günümüz koşullarında siyaset benim kendimi ifade edebileceğim ve bir şeyler yapabileceğim bir alan değil. Kuralları çok sert ve oyunbazca, bu ise benim kişiliğime çok da uygun değil. Dolayısıyla siyasete girmeyi düşünmüyorum. Ama belki zamanı geldiğinde, koşullar benim için daha uygun olduğunda aktif olarak siyaset yapmayı düşünebilirim. Çünkü kadınlarımızın siyasete mümkün olduğunca çok girmesi gerektiğini düşünüyorum. *- Sizce genel olarak başarının sırrı nedir.? İnanmak ve inandığın doğrultuda engellere aldırmadan ilerlemektir. *- Sizi diğerlerinden farklı kılan nedir.? Belki de beni başkalarından ayıran en temel şey, inandığım doğrultuda itaatsizlik kapasitemin her zaman yüksek olması. Bir şeye çok inanıyorsam en yakın dostlarımca bile terk edilmeyi göze alırım. Bu anlamda hiçbir zaman yeterince itaatkâr değildim. İtaatkârlığın, terbiyeye dayalı bir eğitim modelinin dayatıldığı bir ortamda bu her zaman sıkıntı yaratır. Sanırım konu ne olursa olsun inandığım doğrultuda kara koyun ilan edilmeyi göze alarak inandığım şeyi savundum. Siz inandığınız şeyden ödün vermiyorsanız itaatsiz, geçimsiz olarak algılanıyorsunuz. Çevrenizde gerçek birkaç dost dışında kimse kalmıyor. Ama benim kişiliğimin temel taşlarından biri bu itaatsizlik kapasitesi. *- Başarılı olmanıza kimler yardım etti.? Önümdeki engeller beni kamçılıyor sanırım. Nadir de olsa umutsuzluğa düştüğüm anlarda ise sevdiğim insanların bana olan inancı yol gösterici olarak karşımda beliriyor. Bazen siz kendinize inanmadığınızda bile size inanan insanlar vardır yanınızda. Bu çok özel bir şeydir. *- Sizce gerçek başarı nedir.? Bilemiyorum, bu göreceli bir şey. Günümüzde her şey maddi değerlerle ölçülüyor. Ürettiğiniz şey bir ekonomik kazanım getiriyorsa değerli görülüyor. O zaman başarılı kabul ediliyorsunuz. Bence kişisel anlamda başarı, eğer bir vizyonunuz varsa ve sizin için hayal olabilecek bir şeyi gerçekleştirebildiyseniz başarıdır. Bu elde edilen başarı, A kişisi için çok kolay olabilir B kişisi için çok zor. Önemli olan kişinin kendi tatminidir. Kendini gerçekleştirdiğine inanıyorsa bu onun başarısıdır ve gerisi laftır. *- Henüz gerçekleştiremediğiniz hayalleriniz var mı.? Hayallerimin hepsini gerçekleştirdim dersem yaşam sebebim kalmaz. Elbette gerçekleştiremediğim birçok hayalim var. *- Gelecekte gerçekleştirmek istediğiniz hayalleriniz var mı.? Toplumsal cinsiyette geleneklerin rolüne ilişkin iki hatta üç yıl sürebilecek bir projem var. Koç ya da Sabancı gibi büyük holdinglerden sponsorluk-destek alınması gerekli. Bu projemi gerçekleştirmeyi çok istiyorum. Ölmeden önce gerçekleştirmek istediğim çok önemli başka bir projem var. Aslında bu benim en önemli hedefim. Kimsesiz, rehabilitasyona-iyileştirmeye ihtiyacı olan çocuklar ve sokak hayvanlarıyla ilgili bir proje. Bu projeyi hayata geçirmek en büyük idealim. Onlar için bir şeyler yapmak istiyorum ve biraz geç de olsa olacak. Kendi egomu tatmin etmek içinse tek hayalim kızım Bıdık’ı yanıma alıp bir karavana atlayıp dünyayı dolaşmak. *- Türk futbolunun bugün geldiği noktayı nasıl görüyorsunuz.? Futbolla çok ilişkili olduğum söylenemez. En azından fanatik bir taraftar değilim. Çok önemli maçlarda futbol izlerim ki o da ancak yanımda iyi taraftar olan arkadaşlarım varsa. Ama basında rastladığım kadarıyla günümüzde Türkiye futbolunun geldiği nokta çok da iyi görünmüyor sanırım. Ne Şampiyonlar Ligi ne de UEFA için yapılan maçlarda son yıllarda takımlarımızın hiç biri bir başarı elde edemedi. Galatasaray ve Beşiktaş gibi her zaman taraftarını coşturarak şampiyonluklar elde eden en önemli kulüplerimiz bile son yıllarda çok kötü futbol oynuyor. Anadolu takımlarında gelişmeler var. Daha çok yeni, Galatasaray’da bir yönetim değişikliği oldu. Bu da belki Galatasaray futboluna olumlu yansır. Galatasaray- Samax maçı hala belleklerimizde. Umarım futbolumuzda yine UEFA heyecanını, Şampiyonlar Ligi ve Dünya Şampiyonası heyecanını yaşarız. *- Sizce Türk futbolunda teşvik primi, şike sorunu var mı.? Futbolda gerçekten çok büyük paralar oynuyor. Elbette böyle bir sorun var mı yok mu bilmiyorum ama bu Türkiye futbolunda zaman zaman gündeme getiriliyor. Bence bunun şikeden çok da farkı yok. Zaten bir takımın oyuncusunun her zaman en üst performansı göstermesi gerekirken bunu sadece belli bir bedel karşılığı yapması çok etik görünmüyor. *- Spor medyasını nasıl buluyorsunuz.? Bence spor medyası demek yerine futbol medyası demek daha yerinde olur. Çünkü Türkiye’de spor medyası sadece futboldan ibarettir. Gördüğüm kadarıyla da sadece futbolcuları iğnelemekle, o ne dedi, şu ne dedi muhabbetleriyle meşguller. Aslında sporu geliştirmeye yönelik bir medya olması gerekirken dedikodudan ibaret bir futbol medyası var ve yorumculara bakarsanız kendi yıldızlıklarıyla haşır neşirler. Medyanın spora bir katkısı var mı? Belki de soru bu olmalı. Çünkü hiçbir katkısı yok. *- Türk futbolundaki yabancı tartışmasına nasıl bakıyorsunuz.? Elbette ki gerektiğinde yabancı futbolcu da olmalı ama neden yüklü transferlerle yabancı futbolcu getirmek yerine altyapıdan kendi yıldızlarımızı yetiştirmiyoruz ki.? Altyapıdan yetiştirdiğimiz birçok yıldız var elbette; ama bir hazımsızlık sonucu bu çocuklar bir süre sonra birçok yanlış yapıyor, futbolculukları dışında her şeyle gündeme geliyorlar. Bu da oyunlarını olumsuz etkiliyor. Altyapıdan yetişirken sadece futbol oynamayı değil, spor kültürünü de almalılar, ayrıca çok iyi bir eğitim almalılar. Bir yanı eksik bırakılınca böyle oluyor. Oysa futbol ekonomisi gerçekten çok büyük görünüyor. Yabancı transferlere gidecek çok büyük paralar kendi altyapımızı geliştirerek iyi futbolcular çıkarmaya yönelik olmalı. Sonuçta bu yabancı transferler de genellikle bir süre sonra kendilerinden bekleneni yerine getirmiyorlar ve adeta takımlarımıza jübilelerini yapmak için gelmiş gibi oluyorlar. *- Sivil Toplum kuruluşları ve Dernekçilik hakkında neler düşünüyorsunuz.? Türkiye’ de birçok sivil toplum örgütü var. Aralarında çok iyi çalışanlar var. Ama maalesef Türkiye’de örgütlenme geleneği, dünyadaki diğer ülkelerden daha zayıf. Ülkemizde STK’ lar destek bulma konusunda zorlanıyor. İnsanlarda örgütlülüğe karşı mesafeli bir duruş var. STK’ lara üye olanların büyük bir kısmı ise yine örgütlü hareket etmenin gerisinde kalarak aidat ödemenin ötesine geçemiyor. Bu anlamda STK’ ların daha çok yaygınlaştırılması ve toplumumuzda bu bilincin geliştirilmesi gerektiği kanısındayım. *- Boş zamanlarınızda neler yapıyorsunuz.? Yürümeyi seviyorum. Arkadaşlarımla bir araya gelmek hoşuma gidiyor. Vakit bulduğumda sinemaya gidiyorum. *- Gelecekle ilgili hedefleriniz neler.? En büyük hedefim, her hangi bir nedenle zarar görmüş kimsesiz çocukların ve yine aynı şekilde zarar görmüş hayvanların bir arada yaşadığı bir köy kurmak. Bu köyde çocuklar yetkin kişiler eşliğinde yaşayacak ve bu rehabilitasyon-iyileştirme, kimsesiz hayvanlarla sağlanacak. Aynı zamanda bu hayvanlar da rehabilite edilmiş iyileştirilmiş olacak. Çocuklar köylerinde kendileri ekolojik sebze meyve yetiştirecek. Çok iyi bir eğitim sürecinden geçecek. *- Sporun hangi dalını seversiniz.? Atletizmi seviyorum. *- Hangi sporları yapıyorsunuz.? Okul yıllarımda uzun süre atletizm yaptım. Bir dönem tenis oynuyordum. Tekrar başlamayı düşünüyorum. Şu anda sadece yürüyüş yapabiliyorum. *- Golf oynadınız mı.? -Golf size göre nasıl bir spor.? Sanırım golf deyince aklıma uçsuz bucaksız bir yeşil alan, Belek ve Kaya Çilingiroğlu geliyor. Top delikleri ise bana gerbil yuvalarını anımsatıyor. *- Birçok kişinin fikirleri var ve bunları gerçekleştirmek istiyorlar. Ne yapmalılar.? Öncelikle engelle karşılaştıklarında yılmamalılar. Fikirleriyle birçok kimse dalga geçebilir. Bence bunu dikkate almamalılar. Doğru kişilere ulaşmaya çalışmalılar. Er ya da geç mutlaka fikirlerini gerçekleştireceklerdir. *- Kadınlara ve kızlara bu konuda önerileriniz nelerdir.? Sanırım kadınlar bu konuda daha fazla çaba sarfetmek zorunda. Biz kadınlar, toplumun gözünde öteki, ikincil olmamızdan kaynaklanan birçok sorunla karşılaşıyoruz. Bu sorunların bir kısmı barizken bir kısmı her gün yaşadığımız ama içselleştirdiğimiz için hiç farkında olmadığımız sorunlar. Dil, gelenek, din karşımıza sürekli engelleyici olarak çıkıyor. Kadınlar bunun farkına vararak ancak ilerleme kaydedebilir. Kadınlar artık kendi güçlerinin bilincine ermeli ve kendilerinin efendileri olmalılar. Ancak bu şekilde ilerleme kaydedebiliriz. *- Gelecekten ne bekliyorsunuz.? Kirli bir dünyada yaşıyoruz. Her anlamda kirli bir dünyanın içindeyiz. Savaşların hüküm sürdüğü bir dünya, beklentiden çok isteklerim var dolayısıyla. Daha güvenilir bir gelecek istiyorum. Daha silahsız, daha barışçıl, dişil bir barışçıllığın hüküm sürdüğü doğaya saygılı bir yaşam düşlüyorum. *- İletişim, bilgi, bilgisayar, internet teknolojisi bizi nereye götürüyor.? Bilgi toplumu. Globalleşme. Aynı zamanda kocaman bir köy, bir yandan iyi ama öte yandan çok kötü. Nedeni.? Artık her şey internete dönük, Medya bile internete yönelik çalışmalar yapacak bir süre sonra. Herkesin herkesten haberdar olduğu bir dünya var karşımızda. Bir tıkla dünyanın ucundaki bir kişinin ne yaptığından haberdar olabilirsiniz. Bu aynı zamanda güvenlik sorunlarını da beraberinde getiriyor. Siz ne kadar internet teknolojisiyle iç içeyseniz o kadar varsınız ve herkes de sizden o kadar haberdar. İşte bu haberlilik size, sizin kişisel ve gizli bilgilerinize erişebilirliği de kolaylaştırıyor. Yani özel hayatın gizliliği denen şey bu anlamda sözden ibaret kalıyor. Öte yandan internet teknolojileri izolasyonu-yalıtkanı da beraberinde getiriyor. Etrafınızdaki çocuklara bakın. Küçücük bir pencerenin büyüsüne kapılmış esriyip gitmiş durumdalar. Sosyalleşme sıfır. İnternet nesline bir zamanlar sokakta oynadığınız oyunları anlatsanız, mektup denen bir edebiyat türünden bahsetseniz size deliymişsiniz gibi bakarlar. Çünkü onlar yaşamı internetteki haberlerle, savaş oyunlarıyla öğreniyor ve bütünleştiriyorlar. İnsan ilişkileri neredeyse yok. İnsanlardaki yalnızlaşma giderek daha çok artıyor. Ama ne kadar arkadaşları olduğunu sorsanız size binlerce facebook arkadaşı ve twitter takipçisi sayarlar. *- Sizce Türkiye'nin çözüm bekleyen en önemli ilk 5 sıcak konusu nedir.? Bir çok sorun var elbette ama ilk aklıma gelenler: Eğitim, Kadın sorunu, Hayvan hakları sorunu, Dengesiz gelir dağılımı, İstihdam.. *- Bunlardan en önemli gördüğünüz meseleye dair çözüm öneriniz var mı.? Kadın sorunu bana göre en önemli sorunlardan. Çünkü toplumun yarısını kadınlar oluşturuyor ve kadın sorununu çözdüğünüzde toplumun birçok sorununu da çözmüş olacaksınız. Bunun eğitime katkısı olacak, ekonomik getirisi çok büyük olacak. Çözüm önerileri çokkk… Yazdığım kitapta birçok çözüm önerisinde bulundum ve özellikle dişil gelenekler yaratmanın üzerinde durdum. *- Kitap yazmak nereden aklınıza geldi.? Kitap yazmak kolay bir iş mi.? Sanırım aklımın bir köşesinde hep vardı ama orada uyuyordu. İlkokulda bildiğimiz masalları senaryolaştırıp sahneye koyuyordum. Hem yönetiyordum hem de oynuyordum. İlkokul öğretmenim konservatuara gitmemi istiyordu ama babam pek yanaşmamıştı. Lise ve üniversitede de denemeler yazıyordum. Ayrıca günlük tutuyordum. Araştırmayı da seviyorum. Bu kitap ise yılların birikimiydi belki ve artık bir zorunluluktu. Bir şeyin zamanı gelmişse siz durdurmak isteseniz bile o olacaktır. Bu kitabın da yazılma zamanı gelmişti ve yazıldı. *- Kitap yazmak mı kolay, Okumak mı.? Okuduklarınızı anlatır mısınız.? Tabiî ki kitap yazmak sancılı bir süreç. Ama bir o kadar da keyifli. Okumaya gelince… Bilimsel bir çalışma ve edebi bir çalışma okumak farklı elbette. Ben bir eseri okurken onun içinde, bir parçası olmayı seviyorum. Kaybolmak çok hoşuma gidiyor. Eskiden okuduğum kitapları tekrar okuyorum. Şu sıralar İlahi Komedya’yı ve Saklambaç adlı bir polisiye romanı okuyorum. Son zamanlarda Cibran’ı ve Tagore’yi yeniden keşfettim. *- Kitap yazmak size zevk veriyor mu.? Yoksa kitap yazmayı “İş” olarak mı görüyorsunuz.? Kendini gerçekleştirme ihtiyacı çok önemlidir. Yazarak kendimi gerçekleştirebildiğime inanıyorum. Söylemek istediklerim var ve bu insanlara ulaşıyor. Atiye Kalkan’ı kimse tanımıyor ama bir cafede rastladığım biri “Tanrının Bahçesinde Bir Kadın” adlı bir kitabı okuduğunu ve çok etkilendiğini söylüyor. Bu, söylemek istediklerimi duyanlar olduğunun bir resmi. Daha güzel ne olabilir.? *- Kitabınızın kadın konulu oluşu tesadüf mü.? Yazarı bir kadın olduğuna göre tesadüf değildir her halde. Kadınlar yaşamları boyunca o kadar çok ayrımcılığa uğruyor ve ötekileştiriliyorlar ki bir kadın olarak ilk kitabımın konusunun kadını anlatan bir kitap olmaması olanaksızdı belki de. *-Tanrının Bahçesinde Bir Kadın adlı bir kitap yazdınız. Kitabınızdan biraz söz eder misiniz.? Kitapta kadın erkek eşitsizliğinin köklerine iniliyor. Kadının dilde, dinde ve geleneklerde olumsuzlanarak, günümüze kadar bu kurgunun devam etmesinin arka planı gösteriliyor. Aslında dünya tarihinin bir cinsiyetler savaşı olduğu ve kadının yenilgisinin de bir erkek dili, erkek dini ve erkek geleneği yaratılmasıyla sağlandığı anlatılıyor. Bu sacayağında kadının dışlanmasının nasıl bir kurguyla olumsuzlanarak günümüze kadar uzanışı tarihsel verilerle desteklenerek okuyucuya sunuluyor. Gök, yıldızlar, ay, güneş, su, toprak, yılan gibi dişil düşünülen birçok varlığa ve ilk yaratıcı kavramına değiniliyor. Adet kanaması da ele alınıyor ve en eski dönemlerde bereket kültünün bir parçası olan kadının bereketinin bir belirimi olarak karşımıza çıkan bu kanın, ataerkil dönemle birlikte dışlanarak kadının günahına dönüşmesi anlatılıyor. Kitapta, mitolojiden yola çıkılarak anaerkil ve ataerkil toplumlar anlatılarak anaerkil ve ataerkil gelenekler karşılaştırılıyor. Çok tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere kadar hemen hiç istisnasız erkeğin üstün, kadınınsa aşağı kurgulanmasına ve bunun kadının ikincilleştirilmesinin pekişmesindeki önemine değiniliyor. Günümüzdeki çoğu geleneğin köklerinin anaerkil olmasına rağmen aterkil dinlerin ve dilin de etkisiyle çoğunun ataerkilleştirildiği ve kadını olumsuzladığı anlatılıyor. Kullanılan dilin bir erkek dili olduğu ve kadınların da bu erkek diliyle düşündüğü, dolayısıyla özgür olamadıkları ve kadınla erkeğin eşit olabilmesi için yeni dişil gelenekler yaratmanın yaşamsal önemi olduğu vurgulanıyor. *- Kadın dünyasını, kadının toplumdaki yerini nasıl görüyorsunuz.? Çarpık bir namus anlayışıyla yetişmiş insanların oluşturduğu bir toplumda yaşıyoruz. Öylesine çarpık bir anlayış ki genç kızlarımızın büyük bir çoğunluğu sadece bakire kalmak adına cinsel yaşamına anal seksle başlıyor. Anal seks yapınca bakireliği bozulmayacak ve böylece evleneceği erkeğe terütaze gidebilecek. Kadınlarımızın kendi bedenine sahip çıkmasına engel olarak böyle bir ikiyüzlülüğe meydan veren çarpık namus anlayışı her yerde karşımıza çıkıyor. Hala kadını aşağılayan gelenekler çok fazla. Akraba evlilikleri yaygın; töre cinayetleri toplum içinde kabul görüyor. Kadının ailede söz hakkı erkekle eşit değil; kadın şiddete hala çok fazla maruz kalıyor, hala erkek çocuk çok değerli. Taciz ve tecavüz gibi olayların yaygınlığının yanında kadınlar evlilik içi tecavüze ve aile içinde de tacize ya da tecavüze uğruyor. Kol kırılır yen içinde kalır denerek bu tecavüzler genellikle gizleniyor. Kadın çalışma yaşamına gerektiği gibi giremiyor; ekonomik özgürlükten yoksun, toplum içinde en yoksul olanlar kadın ve hızla yoksullaşıyor; eğitim olanaklarından gerektiği gibi yararlanamıyor ve siyasi yaşamda ise zaten hiç yok denecek kadar az yer alabiliyor. Tüm bu olumsuz koşullar ise dil, din ve gelenekler aracılığıyla yaratılıyor, nesilden nesile aktarılıyor, toplumun üyelerince içselleştiriliyor ve sorgulanmıyor. Yasalarla eşitsiz koşullar kaldırılıyor ama kadınlar adeta görünmeyen bir el tarafından ikincilliğe mahkûm ediliyor ve yasalar çoğunlukla uygulamada kendine yer bulamayarak erkeklerin lehine işliyor. Bu görünmez el, dinde, gelenekte ve dilde kendine yer buluyor ve toplumsal yaşamın her alanına sızıyor. Yani kadının toplumdaki yeri nasıl.? Sorusu yerine belki de kadının toplumda bir yeri var mı.? Ya da ne kadar var.? diye sormak gerekiyor. *-Din, gelenek ve dilin kadın üzerindeki olumsuz etkileri nasıl ortaya çıkar.? Kadınlar daha ana rahmindeyken ikincillik payesini alıyor ve ötekileştiriliyorlar. Sürekli bir şiddet ortamı içindeler. Hiç şiddete uğramadığını sanan kadınlar bile bir farkındalık yaratıldığında ne kadar şiddet altında olduklarına şaşırıyorlar. Çünkü şiddet sadece fiziksel değil. Ekonomik olarak psikolojik olarak sürekli kadınların karşısına çıkıyor. Din, gelenek, dil kadına karşı şiddeti sürekli içinde barındırıyor. Din erkeğin efendi olduğunu empoze-dayatıyor ediyor kadına. İtaatkâr olmayı empoze-dayatıyor ediyor. Din bir meşrulaştırma aracıdır. Dine göre erkek üstün, kadın ise aşağı olandır. Dinin kanon olması burada çok önemlidir. Çünkü tanrının doğru ya da yanlış olarak konumlandırdığı hiçbir şey üzerinde tartışma yapılamaz. Yaratıcının cinsiyeti iktidardaki cinse göre belirleniyor ve ataerkil toplumun eril Tanrısı iktidardaki cinsi yücelttiği gibi iktidardan pay almayan, alamayan cinsi de dışlıyor, aşağılıyor ve bunun da ötesinde cezalandırıyor. Bütün dinlerde kadın kötücül görülür, dışlanır ve ev içi alanda konumlanır. Onun dışarıya çıkması felaket olarak görülür. Kadının cinselliğiyle günahkar bir yapıda olduğu ve erkek için bir tehlike oluşturduğu belirtilir. Kadın, şeytanın baş arkadaşıdır. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ortak noktası kadını şeytanla birlikte anması ve erkeğin altında bir hiyerarşi içinde konumlandırmasıdır. İncil ve Tevrat’a göre kadın günahkar olduğu için sancılı adet ve sancılı doğumla cezalandırılır. İslam’da da adet kanaması bir pislik olarak görülür ve kadın biyolojik bir özelliğinden dolayı dini görevlerini bile yerine getirmekten dışlanır. Dinler, kadının namusunu ve iffetini koruduğu ölçüde, dinsel yükümlülüklerini yerine getirmiş olduğunu savunur. Gelenek de aynı şekilde dinle başa baş gidiyor ve sürekli birbirini besliyor. Örneğin Kars ve Artvin dolaylarındaki bir duvak açma törenine göre sağdıç, gelinin yanına gelir ve elindeki kamayı göstererek oradakilere: “Gelin bacılar gelinin duvağını mı, dilini mi keseyim.?” diye sorar. Kadınlar: “Dilini kes, dilsiz olsun” derler. Sağdıç kamayla duvağı üç kere indirip kaldırır. Bu tören kadının, erkeğin tahakkümüne boyun eğmesi gerektiğini simgeler. Erzincan ve Erzurum dolaylarında ise güvey geline bir elma fırlatır. Elma geline değip parçalandığı takdirde bu uğurlu kabul edilir, çünkü bu takdirde gelinin, kocasının sözünden çıkmayacağına inanılır, itaatkâr olacaktır. Gelin kocasına itaatli olması için eşikten geçerken koyun postuna bastırılır. Dil de din ve gelenekten farklı değil. Dil, bir erkek dili olması nedeniyle sürekli kadını aşağılıyor, ikincilleştiriyor. Mesela bizde erkek sözü önemlidir. Erkekle ilintilenen hemen her sözcük, deyim ve atasözünün olumlu olmasına karşın kadınla ilgili tüm sözcük, deyim ve atasözleri olumsuz. Kadın, sadece analığı söz konusu olduğunda olumlu ele alınıyor. Örneğin sözlükte yer alan erkek sözcüğüyle ilişkili erkekçe, erkekleşmek, erkeklik, erkekorgan, erkeksi, erkeksilik, erkeksiz gibi sözcükler olumlu. Erkek anlamına gelen er sözcüğü de yiğitlik, yüreklilik gibi anlamlar içermesinin yanında “Bir alanda bilgili, yetenekli kimse, alanında sivrilmiş kimse” gibi çok daha önemli bir tanımlamayla da anlatılmıştır ki bu, erkeğin bilgi ve akılla bir anılması bakımından önemli bir tanımlamadır. Kadınla ilişki kurularak üretilmiş bazı sözcükler ise bir eylem belirtmeyen, edilgin olan, ya kadınbudu, kadıngöbeği, hanımgöbeği, hanımparmağı gibi besin türleri; ya hanımeli gibi, güzelliği ifade eden yine edilgin, statik bitki türleri; ya da güçsüzlüğü ifade eden hanım böceği (uğur böceği, gelin böceği, uçuç böceği) gibi böcek isimleridir. Mesele özgür, güçlü, kendine yeten bir kadın için “erkek Fatma” deyimi kullanılır ki bu bile özgürlüğün, güçlülüğün erkeğe özgü olduğuna işaret eder “Kadın” sözcüğü sadece, dişiyi ifade eder ama “adam” sözcüğü bütün soyu ifade eder. İnsan soyu insanoğludur. Kadın olmak, kadınsı olmak dışlanır. O yüzden ağlayan bir erkek gördüğümüzde “karı gibi ağlama” deriz. Feminen erkekler nasıl dışlanıyorsa düşman da kadınsı görülür ve dışlanır. Eski Türk kağanları düşmanlarına “kölem ve cariyem olan budun” derler. Naziler Yahudiler’i “kadınsı” olarak nitelendirir. Günümüzde ise Yahudiler Filistinliler’i “fahişe” olarak görür. Görüldüğü gibi sürekli bir şiddet ortamında bırakılan ve erkeklerin oluşturduğu kültürle kuşatılan kadının kültür yaratmasının önüne geçiliyor. *-Kitapta anaerkil geleneklerin ataerkil geleneklere dönüştüğünden bahsediyorsunuz. Bu nasıl olmuştur.? Kadınlar üzerindeki erkek iktidarının kurumsallaştırılması devletin yasalar aracılığıyla eril görüşü kurumsallaştırması sonucunda gerçekleşir. İlk kent devletlerinden itibaren devlet eril yapılandırılmıştır ve çeşitli mekanizmalarla, erkeklerin kadınlar üzerinde egemenlik kurmasına, onlara boyun eğdirmesine yardımcı olmuştur. Kadınların örgütlü bir şekilde baskı altına alınmasında iktidar büyük ölçüde mitoloji ve dinden yararlanmıştır. Daha önceki anaerkil gelenekler, söylemler bir şekilde ataerkil mitolojiden, dinden dışlanarak, olumsuzlanarak unutturulmaya çalışılmıştır. Bazı güçlü motifler ise dışlanamamış bunun yerine yeni dine entegre-bütünleşmeye edilmeye çalışılmıştır. Örneğin günümüzde Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık’ ın birçok geleneğinde anaerkil motifler bulmak mümkündür. Dünyanın yaratılışı, insanın yaratılışı, tufan, kurban gibi inançlar aslında anaerkil kökenlidir ve daha sonra değişerek ataerkil mitolojiye yansımıştır. Yaratılışa baktığımızda, ataerkil mitolojide de, kutsal kitaplarda da erkeğin önce yaratılması söz konusudur. Ama şaşmaz bir şekilde bu ilk insan-erkek, topraktan yaratılır. Bu ise bizi ilginç bir şekilde toprak ana inancına, dolayısıyla bereket kültüne ve anaerkil inanç sistemine götürür. Günümüzde hala işlevini sürdüren ve kutsal kitaplarda kendine yer bulan kurban inancına baktığımızda da bunun köklerini yine anaerkil mitolojide bulmak mümkündür. Bu, Tanrıyı yiyerek bir anlamda onun ruhundan bir parça kazanma ritüelidir-ayini’ ki ilk şeklini totemizmde ve anaerkil inanç sistemindeki bitki ruhunda bulur. Yani ataerkil inanç sistemi istemsiz ve üstü örtülü de olsa anaerkil inanç sisteminin izlerini günümüze taşır. Hıristiyanlıktaki ve İslam’daki en önemli anaerkil kalıntı Meryem’in babasız bir oğul dünyaya getirmesidir. Bakireden doğma Tanrı motifi, Tanrıçaların, anaerkil örüntülerin olduğu döneme işaret eder. Bir bakireden doğan Tanrı mitine dünyanın her tarafında rastlamak mümkündür. Attis, Mithra, Zerdüşt ve daha birçok Tanrı da İsa gibi bakireden doğmadır. Hıristiyanlık’ta Meryem’in kutsallaştırılması ve taraftarlarının çokluğu nedeniyle azizelik kurumu da yerleşmiştir. Bu, Ana Tanrıça inancının bir uzantısıdır. Nitekim azizelere koruyuculuk misyonu-görevi yüklenir ve bazı azizeler çocukların, kadınların, işçilerin, gençlerin koruyucusu olarak görülür. *-Anaerkil dönemden günümüze yansıyan başka ne gibi gelenekler var.? O kadar çok gelenek var ki. Günümüzde insanlar subaşlarındaki ağaçları dilek ağacı olarak görürler. Bazı bölgelerdeki kadınlar bu ağaçları doğurganlık için dilek tutmada kullanır. Bu dişil bitki ruhunun ve ağaç kültünün bir devamıdır. Yılan anaerkil dönemde Ana Tanrıça’nın sembollerinden biridir. Eski Türklerde de kutsaldır ve ev iyesi (sahibi) yılana inanılır. Günümüzde de Anadolu’nun bazı bölgelerinde evinde yılan gören kimse bu yılana zarar vermez; çünkü bu yılanın evin koruyucusu ve sahibi olduğuna inanılır. Anadolu’daki bir başka inanç ise hasat vaktinde bir yılan öldürüldüğünde o yılanın eşinin mutlaka gelip öldüren kişiyi zehirleyeceğidir. Bu nedenle bu dönemde yılan gören kişi öldürmektense görmezlikten gelip hemen oradan kaçmayı yeğler. Burada dikkat çeken hasat vaktiyle yılanın ilişkilendirilmesidir ki bu bizi bereket kültü ve yılan-Tanrıça birlikteliğine götürür. Eski Türklerdeki Umay Ana inancı da bir çok yerde karşımıza çıkar. Kadınlar bir işe başlarken Umay’dan yardım isterler ve “Benim elim değil Umay’ın eli” derler. Çünkü o, kadınların ve çocukların koruyucusudur. Günümüzde de kadınlar süt sağdıklarında, yoğurt mayaladıklarında, hamur yoğurduklarında bunların kıvamını bulması, tutması ve yaptıkları işin kolaylaşması için “Benim değil Fadime ananın eli” ifadesini kullanırlar ki bu ifade, İslam’la birlikte Umay’ın değişimini simgeler. *- Kadının gelecekteki durumuna kitap yazarak ne kadar katkınız olacaktır.? Farkındalık yaratmak önemli. Bunu sağlayabilecek küçük bir katkım bile olabilirse çok önemli. *- Yeni bir kitap projeniz var mı.? Olursa yine Kadın üzerine mi olacak.? Evet, bir roman üzerinde çalışıyorum. Polisiye bir roman ve tabii yine kadınlar ön planda olacak. http://www.medyagunebakis.com/ -http://www.tdfajans.com/ TDFAJANS – Toplum Dinamikleri Fikir Ajansı Sosyal, Kültürel, Ticari, Eğitim ve Sanatsal Alanlarda; Düşünce Üretimi. Paylaşımı. Toplum Yararına kullanımı.! Bilgi Sahibi Olunmadan Fikir Sahibi Olunamaz.! Olunsa olunsa; Ancak Başkalarının Fikirlerini Tekrarlayan Papağan Olunur. |
Trabzonlular Birleşiniz. Trabzonlu İşadamları, İşkadınları, Çalışanlar, Genç Kızlar-Erkekler, Okuyan çocuklar Birlik ve Bütünlüğü Sağlamak Sizin Ellerinizde..!
Yazının devamı »Copyright 2022 - MEDYA GÜNEBAKIŞ
Designed by TELMAR
BACK TO TOP